22 Aralık 2015 Salı

Bir tek portakal


14 aralık 2015

Geçtiğimiz Pazar günü Fransa’da yapılan ikinci tur yerel seçimlerinde yedi bölgeyi Cumhuriyetçiler, beş bölgeyi de hükümette bulunan Sosyalistler kazandı. Ilk turda büyük başarı kazanan aşırı sağcı Ulusal Cephe hiç bir bölgenin başına geçemedi. Yine ilk turda üçüncü geldikleri için-oyları bölmemek adına- iki bölgede yarıştan çekilme kararı alan sosyalist adaylar seçmenlerine Cumhuriyetçileri destekleme tavsiyesinde bulundular. Böylelikle ülke tarihinde ilk kez yerel meclislerde temsil edilmemeyi de göze aldılar. Seçmen mesajı iyi okudu ve oyunu ülkenin yararını gözeterek kullandı. Özellikle kuzeyde Marine Le Pen’in bizzat aday olduğu Nord-Pas-de-Calais- Picardie bölgesinde ve güneyde yeğeni Marion Maréchal-Le Pen’in aday olduğu Nice şehrini de içine alan PACA bölgesinde halk aşırı sağcılara geçit vermedi, Le Pen’e karşı oluşturulan blok işe yaradı. Tehlike tamamen geçmiş değil ama şimdilik Fransa rahat bir nefes aldı. Çok derin ders alınması gereken bu demokrasi/cumhuriyet örneği karşısında ülke bütünlüğünü herşeyin üzerinde değerlendiren Fransız halkına şapka çıkartıyorum. 

Paris’te 130 kişinin ölümü, tedavisi halen devam eden 60 kişinin de içinde bulunduğu yüzlerce insanın yaralanmasına neden olan 13 kasım terör saldırılarının üzerinden bir ay geçti. Olaydan iki hafta sonra yapılan anma töreninde hayatını kaybedenlerin fotoğraflarının gösterilerek adlarının ve yaşlarının tek tek okunması halen kulaklarımdan gitmiyor. Insan bir sayıdan ibaret değil. Her insan özel, her insan bir hayat… Konu gündemden düşmedi ama başlıkların alt sıralarına geriledi. Taranan cafelerin bir kısmı tekrar açıldı, binlerce insanın bıraktığı çiçekler, mesajlar, mumlar toplandı, anma törenleri yapıldı. Günlük hayat koşturmasına yavaş yavaş geri dönüldü. Metrolar dolmaya, insanlar teraslarda inadına oturmaya, tiyatroseverler salonlara geri dönmeye başladı. Kültür Bakanlığı ‘sanatsız, kültürsüz, sporsuz bir Paris düşünülemez’ dedi, mekanların zararlarını karşılamak için 3 milyon euro’luk fon aktardı.

30 kasım-11 aralık tarihleri arasında Le Bourget’de gerçekleştirilen COP21 Iklim Zirvesi sonucunda katılımcı 195 ülke ortak kararlara imza attılar. Iyileşmeleri çok kısa vadede göremeyeceğiz ama Ekoloji Bakanı Ségolène Royal’in de altını çizdiği gibi ‘herşeyi negatif görmemek lazım, umut verici epey yol katedildi.’ 

‘Iyi güzel de, son dönemde Fransa gündeminden bahsediyorsun ama yazının başlığındaki portakal ne alaka?’ diyenleriniz vardır mutlaka. Artık sözü portakala bırakalım 2015 yılının bu son Paris Esintisi’nde... Şu bildiğimiz parlak turuncu renkli, tatlı, sulu meyve, Noel’in sembolü portakal… Büyükannelerin, büyükbabaların torunlarına ‘Bizim zamanımızda Noel Babadan öyle 7-8 hediye istemezdik, bir portakalla yetinirdik.’ dedikleri meyveden…

Fransa’nın en çok tüketilen ikinci meyvesi portakal nasıl bu kadar popüler ve büyüleyici bir yiyecek olmuştur? Portakalın manav tezgahlarına varmasının kolaylaşması ve hızlanması ancak 20. yüzyılın ikinci yarısını bulur. Fransa Kralı XIV.Louis’nin çok sevdiği portakal o yıllarda geniş halk kitlelerine ulaşıp demokratikleşir. Geçmişte portakal o kadar az bulunan ve o kadar pahallı bir meyveymiş ki sadece saray erkanı ve aristokratlar Noel için çocuklarına hediye edebilirlermiş, halk ise kuru meyvelerle idare edermiş. Sonraki yıllarda geceyarısı düzenlenen Noel ayini ertesi eve dönüldüğünde çocuklar çam ağacının altında bir portakal bulmaya başlamışlar. Bütün bir yıl dört gözle bekledikleri portakalı…Geçenlerde bir sofra etrafında buluştuğumuz dostlarımızdan 1924 doğumlu Albert torunlarına babasının aileye bir portakal almak için nasıl çırpındığını anlatmıştı: ‘O gece bıçağımızla nasıl özenle keser, her bir dilimin yavaşça ağzımızda erimesinin keyfini çıkarırdık.’ derken gözleri dalmıştı. Geçmiş, anılar, paylaşımlar, az’ın değerli olduğu, az’ın daha çok olduğu dönemler… Zamanla portakalın yanına başka meyveler, sonraları hediyeler eklendi ama 1960’larda halen bir çok ev için portakal Noel’in sembol hediyesi olmayı sürdürdü. ‘Kimi zaman portakal ipek kağıtlara sarılı gelirdi, o kağıtlar o kadar güzel kokardı ki atmaz, saklardık’ diyor 80’lerinde bir başka davetli. 50 yaşlarında davetliler de çocukluklarında okullarda portakal hediye edildiğini anımsıyorlardı.

Geçmiş nesillere verdiği keyfin ve mutluluğun mirasçısı olarak bugün portakalı ördekle pişiriyor, kimi zaman ağır bir yemek ertesi sindirim için yiyoruz. Romla karıştırıyor, keklere-tatlılara katıyor, reçelini, şekerlemesini yapıyoruz. Üstüne karanfil taneleri batırıp dolap raflarımıza koyuyor, o güzel kokusunun gücüne inanıyoruz. Portakal esansının anksiyeteye karşı güçlü bir etkisi olduğu da ispat edilmiş. Ve yine portakal bir çok Fransızın evinde halen çam ağacının altındaki yerini koruyor.

Inanan da, inanmayan da, dini bayram olarak kutlayan da, sadece büyülü atmosferinden keyif alan da, Noel ve yılbaşı çoğu Fransızın bir kaç saatliğine ‘çocuk ruhu’na döndüğü bir zaman dilimi. Pompalanan tüketim ekonomisine karşı olanlarımız varsa da hediyesini açarken gözleri parlayan bir çocuğun mutluluğunu çalmak niye? Bir oyuncak araba, bir Barbie bebek, bir bilgisayar oyunu… Üstelik bu dönemde harcanan paranın tüm yıl haneye bolluk getireceğine de inanılıyor! Eminim ki, hepimizin hayatında unutmadığı özel bir ‘hediye anısı’ vardır. En pahallı, en moda, en popüler hediye değildir o. Hediye verenin hediye alanın kalbine dokunabildiği AN’dır.

Eski yılı uğurlamak, yenisine kucak açmak, yaşam defterlerimizde yeni bir sayfa açmak… Bembeyaz, lekesiz, yeni bir başlangıç… Güzel duygularla, umutla, dostlukla, sevgiyle, neşeyle, şükranla, aileyle, dostlarla, birlikte olmanın verdiği mutlulukla, bunu birbirimize ifade ederek, kucaklaşarak, öpüşerek…

2016 HOŞGELSIN. Gönüllerden geçtiği gibi umut dolu gelsin. Sıcak sohbetler, neşeli sabahlar, iyi haberler, bereketli sofralar getirsin. Başyazarımız sevgili Ivo Molinas’ın önayak olduğu, 13 aralık akşamı Ortaköy meydanında yaşanan o ILK gibi… Içimizi ısıtan Hanukah mumlarının ışıkları gibi… Hayal etmeye ve mucizelere inanmaya devam edelim. Tabii ki, her yılsonunda dediğimiz gibi ‘söylenecekler hiç tükenmesin ki’ çiziktirmeyi ve siz sevgili okuyucularımızla buluşmayı sürdürebilelim..


Yine ateş düştü…


Paris, 15 kasım 2015 saat 23:30

Bu yılın 11 ocak Pazar günü Paris’in République meydanında milyonlar buluşmuştuk. Charlie Hebdo ve Hyper Cacher terör saldırılarında hayatını kaybedenler için elele, gönül gönüle protesto yürüyüşüne katılmıştık. Aradan daha 10 ay geçti, Paris’in kalbine yine ateş düştü. 13 kasım Cuma akşamı, altı ayrı noktada gözü dönmüş, eli kanlı cihadistler kalaşnikoflarıyla insanları taradılar, rehin aldilar, üzerlerindeki bombaları patlattılar. Bu satırları yazdığım saatlerdeki resmi haberlere göre 129 kişiyi öldürdüler, 99’u ağır 352 kişiyi yaraladılar.

Olayın şokuyla insan önce ailesini, akrabalarını, arkadaşlarını, dostlarını, tanıdıklarını düşünüyor, onların sağlıkta ve güvende olduğunu öğrenmek istiyor. Iyi haberlerini alınca şükür demek istiyor ama göğsüne saplanan ağrı, omuzlarını çeken ağırlık buna izin vermiyor. Sayılar sadece birer sayı değil, her biri özel bir yaşam, her biri anne, baba, evlat, eş… Elif, Lola, Nehomi, Djamila, Alberto, Caroline, Patricia, Halima, Valentin ve diğerleri… Yüzlerce insan resmi geçidi… Farklı millet, din, kimlik ve ırktan insanların dramı- daha öncekiler gibi-boğazlarımızda düğüm oluyor, sözler bitiyor, nefesler tükeniyor…

Paris şokta, Paris hüzünlü, Paris endişeli, Paris ağlıyor…

Sıradan bir Cuma akşamı… Haftanın yorgunluğunu atmak, biraz müzik dinlemek, keyifli bir yemek yemek, eğlenmek, biraz gülmek, muhabbet etmek… Hepimizin konser dinlemeye gittiği Bataclan konser salonu, maç seyretmeye gittiği Stade de France, kahve-çay içip dostlarıyla muhabbet ettiği, iş çıkışı bir kadeh şarap içtiği cafeler, barlar, restoranlar, Paris’i Paris yapan mekanlar… Bu sefer hayatta kalan bizler ölümü biraz erteledik mi acaba? Ya can verenler? O masum insanlar ‘yanlış zamanda yanlış yerde’ miydiler? Geçen Cuma Paris, bir hafta önce Beyrut, bir ay önce Ankara, daha önce Madrid, Londra, Bali, Bombay ve diğerleri…? Herkes mi yanlıştı?

Yine ateş düştü, yine kan, yine dehşet, yine çaresizlik, yine gözyaşı, yine hıçkırık… Yine teröristlerin amaçları gerçekleşti, yaptıkları katliamla dünyanın gündemini oluşturdular.

II. Dünya savaşından bu yana ilk kez Cuma gecesi Paris’te sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ertesi gün şehirde müzeler, turistik mekanlar, metrolar, ülke sınırları kapatıldı; olağanüstü hal ve üç günlük ulusal yas ilan edildi. Acı karşısında o gece Paris başka bir yüzünü gösterdi: Çoğunlukla ‘kabalıkla’ suçlanan Paris taksi şöförleri taksimetrelerini kapattılar, insanları ücretsiz evlerine taşıdılar. Aynı Parisliler twitter’da oluşturdukları  #portesouvertes (açık kapılar) girişimiyle tanımadıkları insanları o gece evlerinde misafir ettiler. Bir hafta önce grevde olan doktorlar Paris’in her hastanesinde gönüllü çalışmaya koştular.

Parislilere evde kalmaları söylenirken dehşetin yaşandığı sokaklar Pazar öğleden sonra akın akın gelen insan kalabalıklarıyla doldu, taştı. Insanlar biraraya gelip birbirlerinden güç almak, birbirlerine destek olmak, birlikte ağlamak istediler. Mumlar yaktılar, çiçekler getirdiler, duygularını kağıtlara döküp mesajlar bıraktılar, şarkılar söylediler. Dünya başkentleri mavi-beyaz-kırmızı Fransız bayrağı renklerine büründü. Sosyal medyada milyonlarca dostluk, sevgi, dayanışma mesajları atıldı, terör lanetlendi. Dublin’den Vietnam’a, Katmandu’dan New York’a dünya halklarının şiddete karşı tek vücut durması kayıtsız kalınmadığının ispatı oldu. Dayanışma, yardımlaşma, insanlık… 13 kasım 2015 bu değerlerin henüz ölmediğinin ispatı oldu.

Bu ne ilk, maalesef ki ne de son…Hepimiz biliyoruz ki caniler bir sonraki ‘büyük ses getirici’ katliamlarını adım adım planlamaya başladılar bile… Içim acıyor, daha ne dramlar göreceğiz diye uykularım kaçıyor. Diğer yandan batının, ‘uzak toprakları’ yıllardır kendi emelleri ve çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışması, belli grupları yok edip diğerlerini kullanıp silahlandırması, yanlış politikalar sonucu gün gelip de ‘oyunu artık yönetemez’ olduğu kontrolsüzlük karşısında timsah gözyaşları dökmesi ise midemi bulandırıyor.

Paris yasını tutacak, ardından yaralarını saracak, yaşam biçimini cezalandırmaya çalışanlara inat yine bildiği, sevdiği, dilediği gibi yaşayacak. Günlük hayatlarına yavaş yavaş geri dönecek Parisliler. Yüreklerin ağırlığı, insanoğlunun yaşanmışlıklarına bir kara leke daha ekleyecek ama her durumda, yaşamın değeri galip gelecek, hayatın anlamı kazanacak, Işıklar Şehrinde ışıklar yine parlayacak.

Ama bugün çok erken. Henüz herşey çok taze. Bugün biraz daha yaralı, biraz daha şaşkın, biraz daha tedirgin, biraz daha hüzünlü, biraz daha öfkeli, bugün biraz daha eksiğiz.

Bir sevgili arkadasım ne de güzel ‘Sibelciğim, keşke bu son olsa…’ diye yazmıştı Cuma akşamı Facebook sayfama… Ben de naifçe ‘keşke’ demiştim. Ama kendimizi kandırmayalım. Yaşananlar ciddi ve derin, üstelik sadece Fransa’nın değil, tüm dünyanın sorunu. Akılcı analizlerin yapılması, sorumlulukların alınması, somut adımların atılması, dünya liderlerinin hatalarını masaya yatırıp stratejilerini iyice gözden geçirmesi şart. Ve acil.

Bugün sözün sonlandığı yerdeyiz.


Yoksa bu daha başlangıç mı?

Uberisation: Yeni bir toplum modeli…?

Ekim 2015

Arz ile talebin internet üzerinden direkt eşleştirilmesiyle oluşan nümerik platformlar hızla artıyor. Alan memnun, veren memnun, aracı memnun. Peki sorun ne?


Bilgiye veya alete sahip olanlarla o servise ihtiyaç duyanlar bu aplikasyonlarda birbirlerini buluyor. Bekleme yok, uzun prosesler yok, ödemeler akıllı telefonlar sayesinde yapılıyor, aracı platform da komisyonunu alıyor. Daha az fiks masraf, daha az personel, daha fazla kazanç! Iyi, güzel değil mi? Alan memnun, veren memnun, aracı memnun. Peki sorun ne? Hayatlarımıza hızla giren yeni teknolojiler toplumun sosyal modelini değiştiriyor, bugüne kadar bildik, tanıdık klasik ekonomiye darbe vuruyor. Bu ‘liberal akım’ ‘yaşlı ekonomik model’e meydan okuyor. Numerik platformların klasik şirketler gibi vergi ödememesi, sosyal kesintilerin devlet kasasına girmemesi de bir diğer sorun. Bürolar, atölyeler, ve ücretlilerle çalışan, yüksek vergi ödeyen şirketler, yani Fransız sosyal modelinde çalışanlar bu ‘haksız’ rekabet karşısında ne yapacaklar? Tabii ki tepki gösterecekler. Memnuniyetsizliklerini göstermek için sokağa dökülecekler.

Fransa’da herşey UberPop’la başladı. Amerikan devi Uber’in bir aplikasyonu olan UperPop müşterilerle ‘amatör (ve kanuna göre yasadışı) taksicileri’ eşleştiriyor. UberPop şöförleri prim ödemiyor, eğitim almıyor, araçları/kendileri sigortalı değil. Arz-talep mi? Haksızlık mı? Globalleşen dünyanın önlenemez gelişimi mi? Yoksa vahşi kapitalalizmin zaferi mi? Fransa gibi sosyal modeline çok düşkün bir toplumda bu değişimin kabullenilmesi zor.

Geçen eylül ayında taksiciler çileden çıkarttı. Yılbaşından bu yana cirolarında %30 düşüş olduğunu belirten taksi şöförleri Fransa genelinde iş bıraktı. Paris’te şehrin iki büyük havaalanına giden yolları kestiler. O gün seyahat eden insanların çoğu yollarda kaldı, uçaklarını kaçırdı. Gösteriler kimi yerlerde şiddet doğurdu: UberPop arabaları taşlandı, camları kırıldı, ateşe verildi, devrildi. Turistler zorla arabadan indirildi, şöförler dövülüp hastanelik edildi. Şiddeti onaylamak asla söz konusu değil. Pastayı paylaşmak, monopol haklarından vazgeçmek istemeyen taksicilerin tepkisini, yüksek plaka ücretlerini ödemek için banka borçları olanların öfkelerini anlamak belki mümkün. Lyon, Bordeaux, Lille ve Paris’de emiyet müdürleri UberPop’ları yasaklarken Içişleri Bakanlığı yasadışı suç faaliyeti istemiyle adalete başvurdu. Devlet dijital aplikasyon ve e-commerce sitelerinin vergi ödemeleriyle ilgili ciddi reformlar planlıyor.

Unutmayalım ki Uber Paris’te dogdu. San Franscisco’lu kurucuları Paris’te taksi bulamadıkları bir gün bu fikri hayata geçirmeye karar verdiler. Ustelik halk Uber’i çok seviyor. 400.000 kişilik bir müşteri kitlesi var, hem fiatlardan, hem servisten memnunlar. Arabalar şık, şöförler kapınızı açıyor, istediğiniz müziği koyuyor, günlük gazete/dergiler sunuluyor. Trafikte tıkanma/kaza olmuş, yol uzamış, sizi hiç ilgilendirmiyor çünkü odeyeceğiniz ücret baştan belirleniyor ve şartlara göre değişmiyor. Kalite ve fiat dalgalanmasını engellemek tüketici için anahtar motivasyon.

Bu yıl Uber aplikasyonu ile başlayan bu akım Fransa’da yeni bir fenomeni, uberisation terminolojisini günlük lisana soktu. Publicis şirketinin patronu Maurice Levy bu ifadenin popülerleşmesini sağlayan kişi. Aralık ayında Financial Times’a verdiği söyleşide ‘Artık herkes überize olmaktan korkar hale geldi. Bir sabah uyanıp işinizin yok olduğunu keşfedebilirsiniz’ dedi. Akım aslında 1999 yılında müzikte Napster’la başladı, ardından internet üzerinden direkt satış tüketiciye cazip geldi.  Bu ‘işbirliği ekonomisi’ tüm servis sektörüne yayıldı. Adrese teslimatlar, evdeki tamiratlar, taşıma, ulaşım, seyahat, sigorta, sağlık, yemek, ev işleri, araba/motorsiklet paylaşma, banka hizmetleri, özel ders derken boş garajını kiralayandan amatör dedektifliğe(!) soyunanlara kadar hiç bir sektör artık dokunulmaz değil. Ne büyük fiziki bürolara ihtiyaç var, ne onlarca personele, ne malzemeye, ne bakım giderlerine. Akıllı telefon ve start-up bir aplikasyon yeterli.

Bildiğimiz klasik şirket modeli acaba yakın gelecekte tamamen yok mu olacak? Nümerik bir platformda istihdam edilenlerin fiziksel ortamda bir şirkette çalışanlardan en az 100 kez daha az olduğu tespit edilmiş. Çarpıcı bir örnek bireyler arasında ev/oda kiralama servisi sunan Airbnb. 2008 yılında kurulan şirketin, Fransızların önemli zincir otellerinden Accor grubuna göre borsa değeri çok daha yüksek! Airbnb tüm dünyada 600 kişi istihdam ederken Accor grubu 180.000 kişi çalıştırmakta. 300 kez daha az istihdam ama daha yüksek ciro! Ekonomik olarak rüya gibi güzel bir örnek, ne dersiniz? Stratejik danışma şirketi Roland Berger’e göre on yıl içinde yeni teknolojiler, potensiyel olarak 3 milyondan fazla iş sahasını yok edecek. ‘Ekonominin dijitalizasyonu tabii ki yeni çalışma sahaları açacak. Dijital şirketlerin daha dinamik büyüme imkanları yarattığı da malum. Ama yaratılan istihdam yok edilen istihdamın yerini tutmuyor, ne coğrafi olarak, ne katma değer olarak...’
TheFamily startup’ının kurucularından Nicolas Colin ise ‘Artık ok yaydan çıktı. Bu akımın geri dönüşü yok. Nümeriğin patronları en iyi işleyen modelin insanların işi kendilerinin yaptığı oluşumlar olduğunu anladılar. Girişimcilere düşen, aktiviteyi geliştirmek için gereken  çerçeveyi sağlamak’ diyor. Ya eskiyi yok ederek yeni bir model icat edeceksin yada yok olacaksın. Ya überize olacaksın yada kendini überize edeceksin!

Yanımızda taşıdığımız ve bizi heryerde takip eden aplikasyonlar aslında bize nereye gideceğimizi ve ne yapacağımızı da dikte mi ediyor? Bu teknolojik ‘göçebe’ hali bizi ‘söz dinleyen robotlar’ haline mi dönüştürüyor? Tartışılabilir ama kesin olan ekonomik, teknolojik ve sosyal bir devrim yaratmış olduğu.

Bu ‘nümerik tsunami’yi daha çok konuşacağız. Teknoloji sayesinde tüketicinin hayatı kolaylaşacak ve ucuzlayacak. Bu kaçınılmaz gelişmeden etkilenecek meslek dallarında çalışanlara geçiş döneminde destek vermek, yeni iş alanları/istihdam sağlamak ve nümerik ekonominin yasalarla iyi düzenlenerek teknolojiyi insanlığın hizmetine sunmak birincil hedef olmalı.


Akyarlar sahilindeki küçük oğlanın düşündürdükleri…

Courtesy of Ruben Oppheimer

Eylül 2015

Akyarlar sahilinde yüzükoyun uzanmış 3 yaşındaki Kobanili küçük Aylan Kurdi’nin cansız bedeni Avrupalıların vicdanını esir alırken hem sorumluluklarıyla yüzleşmeye çağrı yaptı hem de eksiklerini yüzlerine vurdu. Konunun insani boyutunun devasa ağırlığı altında ezilmişken ‘Avrupa’nın mülteci yükünü üstlenebilecek altyapısı mevcut mudur’ sorusu ne kadar doğrudur?

Doğru değildir, etik değildir, insani değildir ama gerçektir. 

Peki, binlerce Iraklı, Suriyeli, Afgan mülteci niye Avrupa’nın kapısını çalıyor? Avrupa Birliğine göre mafya bu insanları boş umutlarla kandırmakta ve tehlikeli yolculuklara teşvik etmekte. Oysa bu binlerce kadın, erkek, çocuk dağlar, denizler, ormanlar, bombalar, yangınlar, engeller aşıyor ve Avrupa kapısında kuyruklar oluşturuyor. Minik Aylan’ın kaderinden kaçabilenler kendilerini şanslı
sayıyor. 
 
Aylan kısacık yaşamında sadece kaos, savaş ve ölüm görmüştü. Bombasız bir hayat için, yıkılmamış, yanmamış bir ev için, okula gidebilmek için, daha iyi bir gelecek için ailesiyle yola çıkmış, yolda abisi ve annesiyle can vermişti. Bir kaç saat içinde binlerce mültecinin sembolü olmuştu. Asrımızın en büyük insanlik trajedilerinden birinin aktörüydü Aylan ve o fotografla yasadışı göç dramının dünya haber manşeti olmuştu. 

Avrupa Birliğine ulaşan göçmen sayısı bu yıl geçen yıla göre üç kat arttı. Araştırmacı François Gemenne’e göre ‘Yaşananlar hem Avrupa projesi hem Avrupa ideali için büyük bir utanç;mülteci ve göçmen konularında bir Avrupa politikası olmamasının sonucu. Onurlu ve insani bir politika formüle edilememesinin, merkezi bir uyum yasası çerçevesinde Avrupa ülkelerinin anlaşamamasının acı sonu. Bu kriz bir göçmen krizi değil, bir Avrupa krizidir.’

Son dönemde ekonomik krizden çıkma trendine girmiş Fransa’da mültecilerin iltica işlemleri kesinleşene dek, ortalama bir yıl, aylık maddi yardım, sağlık harcamaları, kalacak yer, çocukların okul masrafları üstüste konulduğunda devlete maliyeti oldukça yüksek. Senaryo hemen hemen her Avrupa ülkesinde benzer. Peki Avrupa üzerine düşeni yapıyor mu? Hayır. Bugüne dek öncelikle yasadışı göçle mücadeleyi finanse etmekle uğraştılar. Son 15 yılda Brüksel, yıllık 142 milyar bütçesinin %1’ini bile bu drama ayırmadı. Son haftalarda Merkel, Hollande ve diğerleri ülkeler arasında paylaşımın daha adil olması için kotalardan bahsetmekte ama yeni bir politika üretmemekte. 14 eylülde yapılacak AB toplantısından elle tutulur bir çözüm programı çıkar mı merakla bekleniyor.

Üstelik Avrupa’nın kimi ülkelerinde devletlerin yabancı düşmanlığı ayan beyan ortaya çıkmakta. Sorumlu politikacılarin yanısıra kimi ‘küçük’ politik şahsiyetler bu ağır kriz karşısında bile popülist yaklaşımlarından vazgeçmemekte, bu problemle ilgili verdikleri beyanlarla ırkçılık dalgasını körüklemekte. Bir kısım medya kanalıyla da korkunun daha da pompalandığı izlenmekte. ‘Dünyanin tüm sefaletini ülkemize buyur edemeyiz’ sloganları medyada döne döne karşımıza çıkmakta. Ülkesine sadece Hristiyan mültecileri kabul edeceğini söyleyen Slovakya Başbakanının sözlerine kulak kabartmak yeterli aslında. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın Fransa’nın her ay 1.000 mülteciden iki yıl içinde toplam 24.000 mülteciyi ülkeye kabul edeceğini açıklamasından sonra toplum ikiye bölündü. Eski cumhurbaşkanı Sarkozy savaştan kaçanların savaş bitiminde ülkelerine geri dönmeleri şartıyla kabul edilmesini önerdi. Kimi belediye başkanları bütçeleri olmadığını, kimileri de sadece Hristiyan mültecileri şehirlerine kabul edeceklerini beyan ettiler. ‘Potansiyel tehlike olabilecek insanları topraklarımızda istemiyoruz. Cihatçı varlığı tehlikesini önlemek için mültecilerin dinleri bizim için güvencedir’ diyenler oldu. Milliyetçi Cepheye ait belediyeler de ‘herhangi bir yasadışı göçmene ev sahipliği yapmayacaklarının’ altını çizdiler. Başbakan Valls bu söylemlere sert tepki göstererek ‘Sığınma hakkı evrenseldir. Dinine göre mülteci seçilmez’ dedi demesine ama kazan kaynamaya devam ediyor.

Ülkelerinden kaçmak zorunda kalan bu insanların şu anda korunmaya, fırsat verilmeye ve hayatlarını tekrar inşa etmeye ihtiyaçları var. Kaçtıkları cehennemi yaşamayanların uzaktan hayal etmesi bile mümkün değil. Üstelik mülteci kabulü iyi yönetilir ve doğru yönlendirilirse geldikleri ülkeye entegre olmaları, sosyal hayata ve ekonomiye katkıda bulunmaları sağlanabilir. Herşey karanlık değil. Olmamalı da. Fransa’da bir çok başarılı entegrasyon örneği mevcut.

Tabii göçmene sadece hoşgeldin demek yetmiyor. Bu insanları karşılamak için bir bütçe, bir gelecek oluşturmak için düzgün bir altyapı lazım. Bugün kimi çok adaletsiz, kimi çok uzun 28 farklı uygulama olan Avrupa’da 20 yıldır yapılamayan gerçek yapısal bir Avrupa göç politikasının, ortak bir mülteci politikasının zamanı geldi de geçiyor artık. Avrupa Komisyonuna bağlı merkezi bir organ çalışmaları düşünülmeli, özellikle insan gücüne ihtiyacı olan ülkelerde imkanlar daha iyi değerlendirilmeli.

PTB (Parti du Travail de Belgique) direktörü David Pestieau ise olaya farklı yaklaşmakta: ‘Bizim başlatmaya veya büyütmeye yardımcı olduğumuz savaşların yan sonuçlarıdır bugün gözümüzün önündeki bu mülteci krizi. Bu insanlar bizim savaşlarımızın gecikmeli aynalarıdır. Dış politikalarımızı acilen yeniden gözden geçirmeliyiz. Bölgeye gönderilen tüm silahların ihracatı durdurulmalı. Bugün yapmamız gereken bölgede barış ve istikrarı sağlamaktır ki Aylan’lar ölmesin, insanlar yurtlarını terketmesin.’

Paris Belediyesi de son üç ayda 1.450 kişinin karşılanması, barınması ve sağlık kontrollerinden geçirilmesi için kolları sıvadı. Fransızlarda hayran olduğum özellik hemen sivil toplum kuruluşları sorunları sahipleniyor. Kurulan ‘jemengage.paris’ derneği sayesinde gönüllüler malzeme toplama ve dağıtmaya, hukuki danışmanlık yapmaya, mültecilere fransızca öğretmeye, idari işlerde tercüme yapmaya, lojistik destek vermeye, sosyal, kültürel ve sportif inisyatifler almaya başladılar bile…

500 milyon Avrupalının bu yıl gelebilecek 500.000 mülteciyi entegre etmesi o kadar imkansız mi? Acilen gerçekçi projeler üretilemez mi? Insan nerede doğarsa doğsun yaşam hakkına sahip olmalı. Büyüme, okuma, çalışma, sevme, sevilme, insan gibi yaşama hakkı… Aylan Kurdi ve daha binlercesinin maalesef bu hakkı olmadı. 

Ya diğerlerinin?



20 Ağustos 2015 Perşembe

Altmış milyon dost

17 agustos 2015

17 Şubat 2015’de Resmi Gazete’de yayımlanan yeni Medeni Kanun maddesiyle Fransa’da hayvanların hukuki statüsü değişti. Evcil hayvan, kanun karşısında artık ‘kişisel bir mülkiyet’ değil ‘hissiyatı olan bir canlı’ konumuna geçti. Hayvanseverlerin 200 yıllık mücadelesi hayvan hakları adına büyük bir zaferle sonuçlandı.
Fransızlar evcil hayvanlarına çok düşkünler. Ülkedeki hane sayısının yarısında evcil hayvan mevcut, toplamda kendi nüfusları kadar hayvan nüfusu var. Bu rakam Avrupa Birliği içindeki en yüksek evcil hayvan nüfusu. 11 milyon kedi, 8 milyon köpek, 2,5 milyon kemirgen, 10 milyon kuş ve 36 milyon balık… 4,5 milyar Euro’luk bu sektör 20 binin üstünde kişiye de istihdam sağlıyor. Veterinerlik, doktorlukla aynı değerde, çok itibar gören bir meslek dalı. Lise ertesi, önce iki yıllık hazırlık eğitiminin ardından üniversite sınavına giriliyor. Paris yakınlarındaki Alfort, Lyon, Nantes ve Toulouse’daki fakültelerde sadece 500 öğrencilik kontenjan mevcut ve eğitim süresi toplam yedi yıl.

Evcil hayvanlar insanın gerçek dostları, çocukların ve yalnız yaşayan yaşlıların ayrılmaz arkadaşı. ‘Yaşlı insan-yaşlı köpek’ ikilisinde köpeği de, sahibi gibi, yıllar ağırlaştırmıştır ama ne büyük bir minnet ve dostlukla bakarlar birbirlerine. Sokakta köpeğini gezdiren yaşlı insanların köpekleriyle konuştuklarını gözlemlerim çoğu zaman. Yaşlı insanların yalnızlığı inanılmazdır bu şehirde. İstatistiklere göre yaşam süresi uzamıştır uzamasına ama yalnızlıklar da çoğalmıştır sanki. Yaz aylarında çocuklar, torunlar tatile, yazlığa gittiğinde o yalnız insanların hüzünlü bakışları çok dokunur insana. “Teyzecim, ninecim” deyip kapı çalan, bir tas çorba getiren pek yoktur bu diyarlarda…

Paris şehri bir köpek cennetidir, ama sokaklardaki pislikler insana çok zor anlar yaşatabilir. Yüksek cezalara, kullanım için özel yerleştirilen plastik torbalara, iyi niyetli çabalara rağmen bu sorunun önüne geçilemiyor. Geçen aylarda okuduğum haber ise çok ilginçti. Bavyera’da Volkach adlı bir kasabada belediye, kasabanın tüm köpeklerinin DNA örneğinin alınmasına karar vermiş. Bundan böyle yollarda rastlanacak pislikler, veri tabanıyla karşılaştırılarak, ilgili köpeğin sahibine ceza olarak yansıtılacakmış! Belediye Başkanı Peter Kornell bu projeye harcanacak 78 bin Euro’nun uzun vadede akıllı bir yatırım olacağını düşünüyormuş. Paris’te benzer bir uygulama mı? İmkansız!

Köpek mezarlığı
Geçenlerde internette bir haber dikkatimi çekmişti: Le cimetière des chiens yani köpek mezarlığı. İlginç olsa gerek demeye kalmadan kendimi Asnières-sur-Seine’deki mezarlığın ihtişamlı Art-Nouveau kapısının önünde buldum.

Asnières-sur-Seine, Paris’in 8 km. kuzeybatısında, 85 bin nüfuslu bir şehir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren Paris’e tren yoluyla bağlanan bölge Parislilerin haftasonu yürüyüş ve piknik yapmayı sevdikleri bir mesire yeri haline gelir. Şehrin limanı yelken yarışları için tercih edilir. Empresyonist ressamların çoğu bu bölgeyi ikamet yeri olarak seçer ve tablolarına ilham kaynağı olur. Vincent van Gogh, Emile Bernard, Paul Signac ve  Georges Seurat Seine Nehrinin bu kıyılarını tablolarında ölümsüzleştirirler.

Şehir zengin bir mimari mirasa sahip: kralın mimarı Jacques Hardouin-Mansart tarafından 1750 yılında inşa edilen şatosu ve belediye binası görülmeye değer. Üstelik nehrin kıyısındaki Robinson Parkı nefis. Asnières-sur-Seine’i ziyaret etmek için bir diğer neden de dünyanın en eski hayvan mezarlığı olarak bilinen köpek mezarlığı. 1899 yılında açılan mezarlığa yılda 50 binden fazla evcil hayvan gömülmekte. Etkileyici anıt ve heykellerle dolu bu tarihi mezarlık şehre çok sayıda ziyaretçi çekmekte.

Mezarlığın düzenine, temizliğine, mermer taşların üzerindeki sevgi ve minnet sözlerine hayranlıkla bakarken çakıl taşlarını düzelten bir kadına rastladım. ‘Herhalde görevli, çevreyi temizliyor’ diye içimden geçirirken kadın selam verdi ve anlatmaya başladı: “Burada benim köpeğim yatıyor. İsmi Elvis. Hayatımda böylesine bir sevgi hiç yaşamadım ben. Benim ona verdiğimden çok daha fazlasını o bana verdi. Hem de o kısacık ömründe. Hergün ziyaretine geliyorum.” Gösterdiği mezar inanılmaz bakımlıydı, kalp şeklinde siyah mermer taş, köpeğin fotoğrafı, onlarca taptaze çicek buketi… “Her cumartesi onunla pazara giderdik. Çiçekçinin önünden geçerken durur, bana çiçek almak isterdi. Öyle sade, mat renkleri hiç sevmez, hep pembelere, morlara, fuşyalara çekerdi beni. Şimdi her cumartesi ben ona çiçek getiriyorum.” Maurilia anlatmaya devam etti: “Eşim beni terk etti, giderken de köpeğimi çaldı, götürdü. Ne kadar uğraştım, ne kadar konuştuysam sevgilisiyle bir oldular, köpeğimi geri vermek istemediler. Ama ben vazgeçmedim. İkisini de mahkemeye verdim. Çalıştığım devlet dairesinde bana ‘sen deli misin?’ dediler. Yılmadım. Mahkeme bana hak verdi. Hem köpeğimi geri aldım, hem de eşim köpeğimin masrafları için nafaka ödemeye mahkum edildi. Elvis için herşeye değerdi. Şimdi eski eşim de ayda bir-iki buraya köpeğimi ziyarete gelir.”

Maurilia’nın söylediklerini düşüne düşüne mezarlığı gezmeye devam ettim. Girişteki gişeden elime kocaman, detaylı bir mezarlık haritası vermişlerdi. Köpekler, kediler, kuşlar, atlar, ponyler, hamsterler, tavşanlar, balıklar, hatta bir maymun… Pupuce, Sultan, Rubis, Minouchette, Ulysse, Kenzo, Clement ve daha binlercesi… Üstelik ünlüler de var bu mezarlıkta: Prenses Lobanof’un köpekleri Marquise ve Tony, sinemanın süper starı Rintintin, tiyatro oyuncusu Poilu, sanatçı Sacha Guitry’nin kedisi, polis köpekleri Dora, beş kez madalya sahibi Top, görev başında öldürülen Léo, Napolyon ordusunun savaş kahramanı Moustache, anısına büyük bir heykel dikilen 40 kişinin hayatını kurtarmış Barry, Henri de Rochefort’un sahibinin ölümü üzerine dört gün sonra üzüntüden ölen kedisi Kroumir derken vakit nasıl aktı gitti bilemedim. Mezarlığı arkamda bırakıp kalabalık sokağa dönerken insanla hayvan arasındaki sevginin gücüne ve dostluğun değerine bir kez daha hayran kaldım.

Le cimetière des chiens
Pnt de Clichy
Asnières-sur-Seine

Pazartesi hariç her gün ziyarete açık

Bir baba-kızın hazin hikâyesi

17 haziran 2015

5  ağustos 1968’de Paris’in şık banliyölerinden Neuilly-sur-Seine’de doğan Marine iki ablasının ardından ailenin en küçük çocuğudur. Anne babası 1958 yılında bir gala yemeğinde tanışıp iki yıl sonra evlenmişlerdir. Babası Jean-Marie siyasal bilimci, annesi Pierrette şarap ticareti yapan burjuva bir ailenin kızıdır.

Jean-Marie 1972 yılında FN-Front National (Milliyetçi Cephe) Partisini kurar. Cezayir’de birlikte olduğu arkadaşları, Vichy savunucuları, neo-Nazi sempatizanları ve tutucu Katoliklerin desteğini alır. Marine okulda kendisine ‘faşistin kızı’ denmesine alışmak zorundadır. ‘Bienvenue Dans un Monde Sans Pitié’ (Merhametsiz Bir Dünyaya Hoşgeldiniz) adlı kitabında okulun ‘merhamet’ yeri olmadığını eğitim hayatı boyunca bizzat yaşadığını, ne yaptığıyla değil hep soyadıyla değerlendirildiğini anlatır.

Babanın aşırı uçlardaki söylemleri aileyi 1 Kasım 1976’da ciddi bir suikastla karşı karşıya bırakır. Paris’in 15. bölgesindeki dairelerine 20 kilo dinamit yerleştirilir, tüm bina çöker, yakındaki 12 apartman da ciddi zarar görür. Savaş sonrasında yaşanan bu en büyük suikast girişiminde mucize olarak kimse ölmez, hatta beşinci kattan düşen bebek bile yaşama tutunur. “Suikastin yarattığı korku çevrenizde öyle bir duvar örer ki herkes sizden uzak durmak ister. Babam hedef olduğu için tehlikeli bir adamdı. O andan itibaren bu gerçekle yaşamak zorundaydık.”

Anne Pierrette 1984 yılında eşinin biyografisini yazmakla görevlendirilen gazeteci Jean Marcilly ile tanışır ve ani bir kararla evini terkeder. Üç yıl sürecek boşanma davası çok medyatize edilir. Pierrette “Gururu ve kibiri bana zalim davranmasına neden oldu” diyerek suçladığı eşinden intikam almak için Playboy dergisine çıplak pozlar verir, çeşitli basın kuruluşlarında eski eşini ırkçılıkla suçlar. Medya önünde geçen bu çocukluk ve gençlik yılları Marine’i olumsuz etkiler, 19 yaşında Paris Match’a verdiği söyleşide, “Bir anne gizli bir bahçedir, kamu çöplüğü değildir” diyecek kadar yaralıdır.
Hukuk eğitimi alır, avukat olur. İki kez evlenir, boşanır. 2010 yılından bu yana parti başkan yardımcısı Louis Aliot ile birlikte yaşamaktadır. İlk evliliğinden 1998’de bir kızı, 1999’da da bir kız-bir erkek ikizleri doğar. Özel hayatı hakkında çoğunlukla sessiz kalmayı tercih eder. 1998 yılında avukatlığını rafa kaldırır ve aktif politikaya atılır. Jean-Marie’nin 2002 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sosyalist adayı geride bırakıp ikinci tura seçilmesi ülkede şok etkisi yaparken Marine artık ‘ekibin’ ayrılmaz bir parçasıdır. Yaptığı bir açıklamada “Babamın programından farklı düşündüğüm bir nokta bulamıyorum. Ben de %100 Le Pen’im” der.
Babasının kurduğu ve 40 yıl boyunca başkanı olduğu FN’in 2003 yılında başkan yardımcılığına, 16 Ocak 2011’de de parti başkanlığına seçilir. Baba çok mutludur. “Kızımla gurur duyuyorum. Bayrağı Marine’e devrettim, o benden daha hızlı koşuyor!” diyen Jean-Marie dizginleri kızına devretmiş, onursal başkan olarak kenara çekilmiştir. O günlerde kamuoyunu meşgul eden soru Marine Le Pen’in soyadına sadık kalıp babasının ‘daha genç’ versiyonu olarak mı devam edeceği yoksa farklı bir yol mu izleyeceğidir.

Yıllar akıp geçmekte, zaman değişmektedir. Marine imajını parlatır, her gün içtiği 60 sigaradan vazgeçer. Kıyafetleri, saçı, giyimi, yaptığı rejim bile değişir. Bir yanda yeni, genç, dinamik bir profil çizmekte, farklı bir seçmen kitlesine hitap etmeye çalışmakta, diğer yanda babasının aşırı ırkçı açıklamalarının yarattığı zehir etkisini azaltmaya çalışmaktadır. Fransa’yı euro bölgesi ve Schengen’den çıkartma sözleri, İslam ve göçmen karşıtı duruşu ise devam etmektedir.

Sonun başlangıcı bir yıl önce Jean-Marie’nin ünlü Fransız Yahudi sanatçı Patrick Bruel’e sataşmasıyla hız kazanır. Fransız futbol takımındaki siyah oyuncuların fazlalığına atıfta bulunan, Mareşal Pétain’i savunan, Holokost’u ve gaz odalarını İkinci Dünya Savaşının bir ‘detay’ı olarak nitelendiren Le Pen’in ırkçı nefret söylemleri ve antisemit yorumları durmak bilmez. Partiye zarar veren ve ‘şeytanlaştıran’ bu gidişe bir dur demek gerekmektedir.

Dört yıl önce çekilmiş bu fotoğraf artık sararmaya başlamıştır. Baba-kız arasında hedefler değişmekte, politik kırılma ile ailevi çekişme içiçe geçmektedir. Babanın aşırı söylemleri mi yoksa kızının hırsı mı kazanacaktır? Jean-Marie parti içinde jüri karşısına çıkartılır, yaptırım olarak parti onursal başkanlığı askıya alınır. “Böyle bir şeyi asla  beklemezdim. Yaratılan bu kriz politiktir, 40 yıllık partimin çizgisi değiştirilmek istenmektedir. Büyük bir acı bu benim için. İsmimi taşıdığı için utanıyorum ama acıma rağmen kızımı seviyorum.”

Babasıyla yaptığı atışmalar sondajlarda Marine Le Pen’in popülerliğini azaltmakta, baba-kız arasındaki fırtınanın partinin imajını olumsuz etkilemesine engel olmak gerekmektedir. Jean-Marie geçen cuma günü çıktığı yüksek mahkemede parti içinda kendisine karşı alınan kararın yasal olmadığını ve iptalini talep eder. Parti yönetimi ise bu konuya son noktayı koymak için statü değişikliğini parti üyelerine oylatarak onursal başkanlık pozisyonunu iptal etmek istiyor. Önümüzdeki haftalarda FN’de büyük bir ‘temizlik’ bekleniyor.
87 yaşındaki Jean-Marie’nin politik hayatı kurduğu parti tarafından mı yoksa kendi kanından kızı tarafından mı sonlandırılacak? Yoksa tecrübeli politikacı henüz son sözünü söylemedi mi? Jean-Marie Le Pen “Beni partiden ihraç ederse hiç bir zaman iktidara gelemez” diye kızını tehdit ederken gelecek seçimlerde cumhurbaşkanlığına aday Marine Le Pen FN’nin babasının malı olmadığını ve son sözü partililerin söyleyeceğinin altını çiziyor. Kimilerine göre olaylar politik bir ihanet, kimilerine göre ise Jean-Marie’nin partiden uzaklaştırılması ince bir ayarla orkestre edildi.

Velhasıl Le Pen’lerin trajedisi henüz bitmedi. Kim haklı, kim haksız, kim galip gelecek, kim tasfiye edilecek önümüzdeki günler gösterecek ama bir baba-kızın hazin hikayesi daha uzun süre Fransız politikasını meşgul etmeye devam edecek.

Fransızlar uyuyor, Türkler arkadaş ağırlıyor

20 mayıs 2015

OECD’nin ‘Society at a Glance 2014’ raporu kriz ve sonrası sosyal göstergelerin derlendiği ilginç bilgilerle dolu.

OECD üyesi ülkelerde yapılan bu sosyal eğilim çalışması ülke demografisi, aile yapısı, doğurganlık, işsizlik, fakirlik ve eşitsizlik, sosyal harcamalar, iş ve hayat tatminleri konularında araştırma sonuçlarını içeriyor. Kurumun çalışmalarından edinilen göstergelerle sosyal trend ve politika gelişmeleri konusunda bilgi veriyor. Amaç toplumların, özellikle diğer ülkelerle karşılaştırmalı olarak, nasıl değiştiğini göstermek.
2007-2008 krizi, bilindiği gibi, sadece ekonomik ve finansal bir kriz olarak kalmadı, bir sosyal krizi de beraberinde getirdi. Bugün OECD ülkeleri içinde 48 milyon kişi iş aramakta. Bu rakam 2007’yle kıyaslanınca 15 milyon daha fazla! Üstelik bu sayıya girmeyen daha milyonlarca hane de ciddi finansal sorunlar yaşamakta. Yunanistan, İrlanda ve İspanya’da gelir girmeyen hane sayısı son yedi yılda iki katına çıkarken alt gelir grubu, gençler ve çocuklu aileler en büyük zarar görenler.
İşsizlik ve ekonomik zorluklar mutsuzluğu, hükümetlere güvensizliği arttırırken evlilik oranı ve doğurganlığı ise düşürdü. Birbirine destek ihtiyacı aile bağlarının güçlenmesini sağlayabilirse de ekonomik stres ve çatısmalar aile çözülmelerine ve boşanma oranlarının yükselmesine neden oldu. Ekonomik zorlukların hükümetlere güveni oldukça sarstığı özellikle Yunanistan, İrlanda, Portekiz ve Slovenya’da gözlemlenirken finans kurumlarına güven ise tüm OECD ülkelerinde ciddi düşüşler yaşadı.
Fransa özeline baktığımızda ülkede sosyal harcama oranları oldukça yüksek. GSMH (gayrisafi milli hasıla)’nın üçte biri sosyal harcamalara ayrılıyor, bu rakam OECD içinde en yüksek ve yüzde 22 olan ortalamanın da oldukça üstünde. Tüm devlet harcamalarının 10 euro’sunun 7’si ise sağlık, eğitim ve sosyal harcamalara (emeklilik, aile ve işsizlik) aktarılıyor. 2008 yılından bu yana işsizler ordusuna her hafta 3.700 kişi katılmakta. Fransız hükümetinin devlet harcamalarının hangi alana yöneltilmesi gerektiği konusunda zor kararlar vermesi gerekiyor.

Fransa’nın büyük harcama bütçesi emekli ve yaşlı gruba. Bir Fransız kadını emeklilikte ortalama 27,4 yıl geçirmekte, OECD ülkeleri arasında hem en uzunu, hem ortalamanın beş yıl üstünde. Doğurganlık oranı, ABD, Estonya, Yunanistan, İspanya gibi krizin ağır vurduğu ülkelerde son üç yılda yüzde 6 düşüş gösterirken, Fransa’da kadın başına iki çocuk oranı değişmedi. Evlilik oranı ise yüzde 45. Fransızlar, diğer üye ülkelere göre daha fazla uyuyorlar, üstelik tüm üye ülkelerden daha çok yemekte vakit geçiriyorlar.

Türkiye rakamlarına baktığımızda ise evlilik oranı yüzde 65 ile birinci sırada. Yüzde 49,7 çalışan nüfus oranıyla OECD içinde Yunanistan’ın ardından sondan ikinci durumdayız. Kadın çalışma oranında, diğer tüm ülkelerin ardından yüzde 29,8 ile sonuncuyuz. Meksika’nın ardından ortalama 74,6 yıl yaşam süresi ile sondan ikinciyiz. Hane geliri OECD ortalamısının yüzde 45’i kadar. (En yüksek 36.400 $ ile Lüksemburg, en düşük 4.500 $ Meksika sıralanırken Türkiye 7.100 $ ile sondan ikinci) Gelir dağılımındaki adaletsizlikte Şili ve Meksika’dan sonra sondan üçüncü sıradayız.

Fakirlik sıralamasında da yine sondan üçüncüyüz. OECD ortalaması her on kişide birken, her beş Türkten biri fakir. Yeterli yiyecek alamayan insan oranı OECD ortalaması yedide birken Türkiye’de üçte bir. Devletin sosyal harcamaya ayırdığı miktar oldukça düşük; OECD ortalaması yüzde 21,8 iken Türkiye’de GSMH’nin yüzde 12,8’i. Üstelik sosyal harcama kalemleri sağlık ve yaşlılıkla ilintiliyken çalışma yaşındaki nüfusa destek çok düşük. Yunanistan’ın ardından okumayan ve çalışmayan genç oranı yüzde 27 ile Türkiye’de en yüksek. Evde hiç çalışanı olmayan hane sayısı yüzde 15 ile OECD ortamasına yakın. Kadın başına yüzde 2,02 doğum oranı ile İsrail, Yeni Zelanda, İrlanda ve Meksika’nın ardından beşinci en doğurgan ülke (ortalama yüzde 1,70)

Türkiye’de 65 yaş üstü her kişiye karşılık çalışan sekiz kişi var, OECD ortalaması 4,2 kişi, Fransa’da 3,3 kişi. 2050’de yaşlanan nüfusla birlikte bu oranın 2,7’ye düşmesi bekleniyor.

Türkiye’de intihar oranı yüzbinde 4,3 ile Yunanistan’dan sonra ikinci en düşük, Fransa’da ise yüz binde 16,2
3.300 dolar olan OECD ortalamasının1/3’ü ile (906 $) Türkiye sağlık harcamasında en alt sırada geliyor. Fransa 4.100 dolar ile ortalamanın üstünde. Fransızların yüzde 96’sı özel sağlık sigortasına sahipken bu oran Türkiye’de yüzde 4,6.

Norveçliler vakitlerinin dörtte birini iş dışında geçiriyorlar. Meksikalılar ise yüzde 16 ile en düşük orana sahip. Japonlar televizyon seyretmekte şampiyon, Yeni Zelandalılarda ise bu oran çok düşük. Üye ülkelerde insanlar fiziksel olarak aktif değiller. Aralarında en sportif çıkan İspanyollar bile özel vakitlerinin ancak yüzde 1’ini fiziksel aktivite yaparak geçiriyorlar.

Gece sokakta yalnız yürürken kendini güvende hissseden ülkeler Norveç, Slovenya ve Avusturya iken Türkiye, Şili ve Meksika son sıraları paylaşmakta.

Bir kurumda gönüllü çalışan sayısı tüm OECD ülkeleri arasında Türkiye’de en az.
Türkler özel zamanlarının yüzde 35’ini arkadaşlarıyla eğlenerek geçirirken üye ülkeler arasında en dost canlısı toplum. (OECD ortalaması yüzde 11’in üç katı!) Yaşam tatmini endeksinde Türkiye, Yunanistan, Macaristan ve Portekizle son sıraları paylaşırken en mutlu insanlar İsviçre, Norveç ve İzlanda’da.
Ne dersiniz? Rakamlar doğruyu söylüyor mu?

Kaynakça:
http://www.oecd.org/els/societyataglance.htm

ELLININ CAZIBESI

15 Nisan 2015
Bu yazının Paris’le hiçbir ilgisi yok sevgili okurlar. Yazarın iç dünyasına kısa bir yolculukla yaşamla muhasebesine ortak olacaksınız gelecek satırlarda…

 Mart’ta 50 yaşıma girdim. Birkaç ay öncesinde bende bir iç sıkıntısı, bir tedirginlik, bir endişe.. “Bir sayı işte, ne değişecek ki? Takma”diyenlere daha da kızıyorum içten içe… Ne de olsa büyükçe bir sayı, biraz korkutucu, biraz ağır, biraz belirsiz... 14-15 yaşlarımda “Kadın 50 yaşına gelmiş, ooo çok yaşlı” dediğim o kadınların yaşı işte… Sokaktaki çocukların artık abla değil de teyze dedikleri yaş… Otobüste, metroda zaman zaman ‘buyrun, oturun’ denilen yaş… Anneannemin üzerinde önlük, altında çiçekli elbise, bahçede gül toplarken çekilmiş fotoğrafında yüzünde derinleşmeye başlayan çizgileriyle gülümsediği yaş… Gazetelerin, ilaç prospektüslerinin okunamadığı, yakın gözlüğü takılmaya başlanılan yaş… Posta kutusundan çıkan mektupta “50 yaşına girdiniz. Ekteki davetiyeyle Sağlık Bakanlığının meme kanserini erken teşhis programı kapsamında aşağıdaki anlaşmalı radyologlardan randevu alarak ücretsiz mamografi yaptırmalısınız” yazan yaş!
Her ne kadar ‘Bugünün 50’si geçmişin 40’ı’ gibi züğürt tesellisi başlıklar uçuşsa da etrafımızda, yaşın vücutlarımız, organlarımız üstünde geriye dönüşü olmayan etkileri var, kabul edelim. Bir yanda fiziksel sorunlar başlasa, duygu karmaşaları yaşasa da insan 50’sinde, hırslar törpülenmiş, sivrilikler yumuşamış, hayat demlenmiş mi oluyor acaba diğer yanda? Bir olgunluğa, bir oturmuşlığa, bir dinginliğe ulaşıyor mu insan? Sorgulama mı desek, muhasebe mi, hesaplaşma mı? 50 yaş hayata farklı bir anlam mı katıyor acaba?

YOLLARDA
Sorular kafamın içinde uçuşup dururken düşünmeye çok vaktim olmadı çünkü son 1,5 aydır hep yollardaydım. Özellikle planladığımdan değil. Programlar, projeler öyle denk geldiği, arka arkaya dizildiği için... Önce Türkiye Aşçılar Federasyonunun davetlisi olarak Antalya’daydım. Yabancı şeflerle Uluslararası Yemek Kültürü Etkinliğine katıldık. Antalya çok sevdiğim bir şehir. Misafirlerimiz de aşçı olunca en iyisini tattırmak istiyor insan. Neyse ki Antalya’da da, yurdumun dört bir yanı gibi, seçenek çok. Mustafa Usta’da piyaz-köfte, Tevfik Usta’da serpme börek, Kanatçı Ali, Akdeniz Pastanesinde yanık dondurma, 18’de bağaça, Yedigün’de turunç, cevizli patlıcan, karpuz reçelleri…
Ardından Kapadokya’ya düştü yolum… Kim sevmez o kocaman, rengarenk balonlarla yapılan masalımsı gezintiyi? Sabahın ayazında yudumlanan sıcacık kahveyle ev yapımı kek, güneşin doğuşuyla göklere yükselmek; o ışık seli, o toprağın kokusu, o Anadolu’nun bağrında hissedilen sonsuzluk hissi… Hele bizi misafir eden ‘yeryüzündeki cennet’ Melekler Evinin sahipleri mimar Arzu ve Muammer Erinal çiftinin misafirperverlikleri, evlerinin ve kalplerinin dostluğa daveti… Kayalara oyulmuş mağara odalar, dekorasyondaki ince zevk ürünü detaylar, nefis kahvaltı, şömine başında muhabbet eşliğinde yudumlanan şampanya…  Üstelik Ürgüp’de heyecan verici girişimler var: Kapadokya Aşçılar Derneği Başkanı sevgili Arif Özata’nın önderliğinde ekonomik durumu zor ailelerin okuyamamış çocuklarına ve engelli gençlere yönelik Aşçılık Eğitim Mutfağı yapılmakta. Amaç hem gençlere meslek edindirmek hem unutulmaya yüz tutmuş yöresel yemekleri yaşatmak.
Sonra yine düştüm yollara, İzmir üzerinden Alaçatı Ot Festivaline… Kötü hava koşullarına, rüzgar, yağmur ve sellere rağmen Alaçatı çok güzeldi, çok özeldi. Taş evler, daracık sokaklarında dans eden rüzgar, radika, şevketibostan, ebegümeci derken Ege’nin zengin ot çeşitleriyle şölene dönüşen sofralar, Papaz Evi’nde Vedat Başaran’la ‘Otlar ve Zeytinyağı’ workshop’ı, güleryüzlü, içten insanlar…

VE İSTANBUL…
Vazgeçilmezim, sevdiğim, özlemim... Şehrin farklı köşelerinde buluşmalar, kavuşmalar… Robert College ve Boğaziçi yıllarımdan adaşım Sibel, Rüveyda, Sara, Petek, Öge; bankacılığımızın unutulmaz anılarıyla oluşan dostluğumuzu günümüze taşıdığımız Sevda, Selmin, Aysun, Serpil, Neval; arkadaşlığımızı perçinleştirdiğimiz Berna, Gökşin, Serap, Betül; sirtakili-göbek havalı doğumgünü kutlamasının mimarı canım Arzu’m… Şalom dostlarım İvo, Virna, Nelly, Eti, Gila… Dost İlkokulundan Emine, Ahu, Ufuk, Sara, Can, Erdoğan, Dani, Mehmet; İtalya günlerimin güzelleri Ece ve Stefania… 24 yıllık hayat arkadaşım, sevgilim, sırdaşım Harun’umun dünyanın dört bir yanında yaşayan ailem ve dostlarımdan gelen video-selfie’lerle derlediği unutulmaz yaşgünü hediyesi film… Üstelik yol boyunca yepyeni karşılaşmalar: Yeşim, Ayşegül, Nükhet, Binhan, Rezzan, Fulya, Senem, Ayfer… Her biriyle kadeh kaldırdım yeni yaşıma… Yüreklerinde bana güzel bir yer ayıran herkese 9 Mart 2015’i çok özel kıldıkları için çok teşekkür ediyorum.
Sevgili arkadaşım Ayşe’den bahsetmesem olmaz bu yazıda. Ayşe Paris’te hayatıma girdi. 2008 yılının bir temmuz sabahı e-mailime bir mesaj düştü: “Web siteni bir arkadaşımdan öğrendim, ortak yönlerimiz var, buluşalım, tanışalım” diye… Buluştuk, tanıştık, arkadaş olduk, dost olduk, sırdaş olduk, neşeyi de paylaştık hüznü de... Zor günümde hep telefonun ucunda, hep klavyenin başında, hep yakınımdaydı. Çok güçlü bir kalemi, çok hoş bir blogu var: Cadı’nın Hikayeleri. Son yazısında yıllar önce tanıştığı bir Ingiliz kadınla paylaşımından bahsediyor. Çok sevdiğim ve benim bu yılıma damgasını vuracak cümle şu: “Ben artık 50 yaşındayım, duramam!”
Bu yıl artık kimse beni tutamaz. Ne dururum, ne susarım, ne hayallerimden vazgeçerim, ne yolumdan dönerim. Neler mi yapacağım? Belki bir gün onları da paylaşırım!

Şimdilik yola devam:
Yavaşla
Yargılama.
Erteleme.
Vazgeçme.
Suçluluk duygusuna son ver. 
Deneyimlerine güven.
Enerjini yiyen insanlardan uzak dur, sana değer verenlerle birlikte ol.
Yaşamın anlık mutluluklardan oluştuğunu unutma ve bu anların tadını çıkart.
Kalan yıllarını öyle yaşa ki içinde ukte kalmasın. 

Pablo Picasso 50 yaşın kadınların sonbaharı olduğunu söylerken haklı mıydı bilmiyorum ama psikolog Barbara Becker Holstein, 50’nin cazibesini şöyle anlatıyor: “Ünlü olabilecek veya organik bir çiftlik kurabilecek veya günde sekiz saat çalışabilecek kadar gençsiniz. Akıllı olacak kadar da yaşlısınız. Eğer yorgunsanız otobüsteki bir gençten size yer vermesini isteyebilirsiniz, ama dilerseniz onunla aşk da yaşayabilirsiniz!”

HEP KARANLIK

Subat 2015

Yazılı ve sözlü basında hep karanlık haberler:
İşsizlik: Yine karanlık bir yıl
Konut: Yine karanlık bir yıl
Büyüme: Yine karanlık bir yıl
Vergiler: Kapkaranlık

Başbakan Manuel Valls alınan tedbirlerin sonuçlarının 2015’in ilk yarısında görülebileceğinin altını çizerken halk artık politikacılara inanmıyor. Cumhurbaşkanı François Holland’ın ekonomik ve sosyal reform programının tamamen boş olduğunu düşünenler çok. MEDEF (Fransa’nın TÜSIAD’ı) felaketten bahsediyor, bu yıl 63 bin şirketin iflas ettiğini, endüstriyel üretimin 1994 yılı rakamlarına geri döndüğünü belirtiyor, yüksek devlet borcuna dikkat çekiyor.
5,5 milyon işsizle bir tarihi rekor daha kırılıyor. 2014 yılı sonunda işsizlik oranı yüzde 6 arttı, ‘senior’ denilen 50 yaş üstü için artış oranı yüzde 11’e ulaştı. Noel öncesi en büyük sigara fabrikalarından biri kapanınca çoğu karı-koca işsiz kalan aileler artık çocuklarının bile Noel Baba’ya inanmadıklarını belirtiyor.
Konut sorununda alarm zilleri çalıyor. Abbé-Pierre Vakfı yayınladığı yıllık raporunda 3,5 milyon Fransızın konut sorunlarıyla boğuştuğunun altını çiziyor. Evi olmayan ve sokakta yaşayan kişi sayısı artıyor. 145 bin kişinin sürekli yaşadığı bir evi yok, 30 bini çocuk. Bu sayı 2008 krizinden bu güne yüzde 50 artmış. 2,8 milyon kişi kötü koşullarda yaşıyor. 5,1 milyon hanede elektrik veya ısınma sorunu var, suyu akmayan, kanalizasyon sorunu olan evler artıyor. 411 bin kişi bir akrabasının yanında yaşıyor; karavan, kamping ve mobil evlerde yaşam savaşı veren insan sayısı günden güne artıyor. Sosyal konutlar yeterince inşaa edilmiyor, arz talebe göre daha az olduğundan yıllarca sıra beklemek zorunda kalınıyor.
Marketlerde, pazarlarda fiyatlar elleri yakıyor. Emeklilerin maaşları eriyor, vergiler durmadan artıyor. Sendikalar sert açıklamalarda bulunuyor. Doktorlar, eczacılar, öğretmenler, noterler grevde. Tren, metro sürücüleri ve bilet kontrolörlerine saldırılar devam ediyor. Şehrin en işlek treni bloke ediliyor, çalışanlar protesto olarak bütün gün iş bırakabiliyor.
Halen 35 saate sabitlenen, esneklikten uzak çalışma saatleri ülkenin rekabet gücüne büyük darbe vuruyor. Pazar günü dükkanlarını açmak isteyenler açamıyor, daha fazla çalışıp daha fazla kazanmak isteyenler statükonun bozulmasını istemeyen kimi çıkar çevreleri tarafından engelleniyor.
Eğitim sisteminde büyük sıkıntılar var. Sistemin yeniden yapılandırılması, gençlerin, göçmenlerin entegre edilmesinin yollarının bulunması gerekiyor.
2015 yılının aralık ayında 195 ülkeden 20 bin delegenin katılacağı uluslararası hava değişikliği konferansı Paris’te yapılacak. Fransa’nın örnek olması gereken bu konferansa hazırlık olarak 22 başlık altında 74 önlemden bahsediliyor ama Paris’te ve yakın banliyölerinde hava kirliliği alarm veriyor.
Ocak ayındaki terör olaylarının ardından devlet daireleri, dini mekanlar, okullar yüksek  denetim ve kontrol altında…Teröre alışık olmayan halk tedirgin, ‘normal’ hayata dönmek istiyor. Ama artık ‘normal’in olamayacağını anlamakta zorlanıyor.
Ülkeyi tekrar rayına koymak için gereken cesur kararlar alınmıyor, çoğunlukla bugün yapılması gerekenleri yarına, daha ileri tarihlere erteleniyor. Değiştirilmek istenen uygulamalar bazı çıkar gruplarının tepkisini çekiyor, yollara dökülenler tarafından engelleniyor, kısır döngü sürmeye devam ediyor. Aşırı sağ parti Ulusal Cephe ve başkanı Marine Le Pen ellerini oğuşturuyor, gelecek seçimlerde başkanlığa oynamayı öngörüyor.
Sürekli bir felaket atmosferi içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan Fransızların çoğu bunalımda, bir çıkış yolu arayıp duruyor. Insanların pembe gözlüklerle hayata baktığı günler tarihin derinliklerine gömüldü belki ama çoğu insan gözlerini kapalı tutmak istemiyor artık… En azından grinin tonlarına uyanmak istiyorlar.

22 Ocak 2015 Perşembe

PARIS’TE ÖZGÜRLÜK YÜRÜDÜ



11 ocak 2015 pazar günü Paris dünyanın özgürlük başkenti oldu. 1.5 milyon kişi Paris’te, 4 milyon kişi Fransa genelinde  ifade özgürlüğü, ulusal birlik ve demokrasiyi savunmak için yürüdük. Vicdansızlığı, kötülüğü, düşmanlığı, şiddeti protesto ettik, terörü lanetledik. Fransa’nın ve dünyanın tarihine yazılan bu anlamlı yürüyüş zihinlerimizden hiç silinmeyecek.

7 ila 9 ocak arasında üç günde Paris’te 17 yaşam teröre kurban gitti. Gazeteci, polis, ünlü veya sokaktaki adam, farklı köken, görüş, sosyal sınıf ve inançtan insanlar… Karikatür çizdikleri için öldürülen yazarlar, görevlerini yerine getirirken öldürülen polisler, Şabat alışverişini yaparken dinleri nedeniyle öldürülen Yahudiler… Bu 17 yaşam Fransa’nın farklı yüzleriydi.  Fransa kalbinden vuruldu.

Fransa’da ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar 18. yüzyılın sonunda yürürlükten kaldırıldı. 1789 Insan Hakları Deklarasyonuna göre insanın en değerli hakkı düşüncelerini ve fikirlerini özgürce paylaşabilmesi. Her vatandaş özgürce konuşabilir, yazabilir, yayınlayabilir. Nereye kadar? Kanun tarafından belirlenen, özgürlüğün kötüye kullanılması noktasına kadar. Yani ifade özgürlüğü sınırsız değildir, kanunla çerçevelenmiştir. Insanlığa karşı suçlar, savaş suçları, etnik bir gruba, cinsel bir tercihe, engellilere nefret çağrısı, antisemit ve ırkçı söylemler yasaktır. Kanun dinle ‘alay etmeyi’ yasaklamaz ama bir dinin inananlarına karşı nefrete çağırmayı yasaklar. Mizah hassas bir konu, üzebilir, kırabilir, kızdırabilir, özellikle politika, din ve hassasiyetler işin içine girdiğinde… Beğeniriz veya beğenmeyiz ama öldürülen Charlie Hebdo gazetecileri ifade özgürlüğünde sınır tanımayan, tüm dinleri hicveden, devletle alay eden insanlardı. Kalemleri sert, dilleri sivri, ruhları anarşistti. Kışkırtıcı bir mizah çizgileri vardı. Sayfalarında rahibeler mastürbasyon yapar, politikacılarla, kiliseyle, peygamberlerle, Papa’yla alay ederlerdi. Fransa’nın ilk siyahi Adalet Bakanı Christiane Taubira’yı maymun şeklinde karikatürize etmişlerdi. Aynı Bakan, karikatürist Tignous’un cenaze töreninde ‘Evet, herşeyle alay edebiliriz, bu haktır, bu demokrasidir’ dedi. Çizerlerden Georges Wolinski, ‘Sizi rahatsız ediyorsa okumayın. Benimle alay etmek istiyorsanız sizi mahkemeye vermeyeceğim’ demişti. Hepsi  kalemleriyle konuşurlardı, silahlarıyla değil…

Aradan iki hafta geçti. Mizahın ve ifade özgürlüğünün sınırından, Fransa’daki Müslüman ve Yahudilerin durumlarına, dini duyarlılıkların öneminden yaşadığı ülkeye entegre edilememiş, dışlanmışlık hissi yaşayan göçmenlere, eğitim sisteminin hatalarından cemaat kimlikleri üzerinden yapılan siyasete varan yüzlerce yazı yazıldı, yorum yapıldı, tartışmalar yaşandı. Ben ise 11 ocak günü Republique meydanından Nation meydanına yaptığımız yürüyüşün etkisi altındayım halen...

Fransa’da katıldığımız bu çapta ilk yürüyüştü. Evden çıkmadan düşünüyoruz. Kimlik kartlarımızı unutmayalım, üzerimizde kesici birşeyler olmasın. Buluşma meydanına girmeden mutlaka polis kontrolü vardır, metal dedektörler vardır. Ne kadar gülünçmüş düşüncelerimiz! 35.000 m2’lik bir meydan düşünün. O gün tüm toplu taşıma araçları bedava, insanların şehre inmesi için kolaylık sağlanmış. Yakın metro istasyonları güvenlik nedeniyle kapatılmış, insanlar buluşma yerine ulaşmak için kilometrelerce yürümekten gocunmuyorlar. Meydana açılan tüm caddeler hınca hınç insan seli. Meydanın ortasındaki heykele tırmanan gençler, pankartlar, dövizler, bayraklar sallıyorlar. Saat 13:30’da geldiğimiz meydandan yürüyüşe ancak saat 16’da başlayabildik. Kalabalık gittikçe yoğunlaştı, insanlar birbiriyle tanıştı, lafladı. Yaratıcı pankartlarla gelmiştiler, fransızca, arapça, ibranice, ingilizce... Kocaman kalemleriyle gelmiştiler, çocuklarıyla gelmiştiler. Onlarca engelli katılımcı gördük kalabalığın içinde. Bir güneş parladı, bir rüzgar çıktı, bir bulut geçti, hepimizi ıslattı. Ama kimse yerinden kımıldamadı. Yürüyüş başladığında farklı inançlar yanyana, elele, kolkola yürüdü. Bizim önümüzde Yahudi dernekleri, yanlarında ögrenci birlikleri, önlerinde Insan Hakları dernekleri, arkamızda Türk gençleri, az ileride Kuzey Afrika kökenliler, Hristiyanlar, Yahudiler, Müslümanlar, Budistler, dinsizler yanyana yürüdü. Kolkola bir haham ve bir imam ‘Allah adına öldürülmez’ dedi. Kah sessiz, kah alkışla, kah milli marşla… Bir taşkınlık, bir laf atma, bir iteleme yaşanmadı. Tek bir gözaltı olmadı, kimse saçından sürüklenerek götürülmedi, tartaklanmadı. Nefret söylemi yoktu, intikam naraları atılmadı. Çoğumuz Charlie Hebdo’nun karikatürlerini savunmak için değil ifade özgürlüğü için oradaydık. Birlik, beraberlik, kardeşlik, demokrasi ve cumhuriyet ruhu için oradaydık. Rekor katılımlı bu yürüyüşte kalabalığın dağılması gecenin geç saatlerine taştı. Evet, ciddi güvenlik önlemleri alınmıştı. Binlerce polis vardı ama yan sokaklarda arabalarında oturuyorladı. Ne bir toma ne bir panzer… Gaz fişekleri, tazyikli su..?? Üstelik polis arabaları konvoy halinde geçerken halk dakikalarca polisini alkışladı. Yürüyüşçülerden biri polisi öptü. Sürrealist görüntüler!

Bir hafta sonra Başbakan Manuel Valls mecliste yaptığı konuşmada Fransa’nın dimdik ayakta olduğunu, ırkçılığa, teröre, antisemitizme hayır dediğini, özgürlüğe bağlı kalacağını yeniledi. Politikacılar olarak halkın beklentilerine karşı sorumlulukları olduğunun altını çizdi. Din savaşında olunmadığını, tüm Fransızların birlikte mücadele edeceklerini belirtti. Antisemitizme özellikle vurgu yaptı: ‘Sokaklarımızda ‘Yahudilere ölüm’ diye bağrılmasını nasıl kabul edebiliriz? Babasının Tunus’tan Fransa’ya daha güvende okumaya gönderdiği gencin ekmek almak için girdiği markette Yahudi olduğu için öldürülmesini nasıl kabul edebiliriz? Sınıfta öğretmenin ‘senin düşmanın kim’ sorusuna 7 yaşında bir çocuğun ‘Düşmanım Yahudi’ demesini nasıl kabul edebiliriz? Kabul edemeyiz. Açıkça söylemek lazım- evet, artan yeni bir antisemitizm var, banliyölerimizde, internette, Israil’den nefret ederek tüm Yahudilere yönelen bir nefret var. Şu bilinmelidir ki ‘Yahudileri olmayan Fransa artık Fransa olmaz’ Fransız Yahudilerine saldıran Fransa’ya saldırmış demektir.’ Ardından Müslüman vatandaşlarla ilgili mesajlar verdi: Müslüman vatandaşlarımız da çok endişeliler. Camilere saldırılmasını asla kabul etmeyiz. Islam, Fransa’nın ikinci dinidir. Cumhuriyetimiz, laikliği, kadın-erkek eşitliğini, prensip ve değerlerini kabul eden tüm dinlerle uyumludur.’

Tabii hayat devam ediyor. 50.000 gibi sembolik tirajı olan bir dergiyi artık bütün dünya tanıyor. Fransız ihtilalinin yaşandığı Voltaire’in topraklarında dayanışma ve evrensel değerlerde buluşulan 11 Ocak Paris Yürüyüşü, o sıcak insan seliyle barışa inançları pekiştiriyor.