12 Ağustos 2016 Cuma

Sözler ne ki...

                 


            Bu ayki Paris Esintisi’nde Avrupa Futbol Şampiyonası Europe 2016’dan bahsedecektim. Kısa bir özet yapmıştım bile. Fransa’nın yarı finalde Almanya’yla karşılaşmasından galip çıkması gururları okşamıştı, kupa için umut vermişti. Paris'te oynanan final maçında ev sahibi Fransa’yı 1-0 yenen Porkekiz şampiyonluğa ulaştı. Bu yenilgi Fransızları acıttı evet, ama kupayı Portekiz’in kazanmasına sempatiyle baktılar. Ne de olsa Portekiz küçük bir ülkeydi, daha önce hiç kupayı kazanmamıştı, yıldız oyuncuları Ronaldo maçın ilk 20 dakikasında sakatlık geçirerek gözyaşları içinde sedyeyle oyundan ayrılmak zorunda kalmıştı. 109. dakikada Eder’in 25 metreden attığı nefis golle tarihlerinde ilk Avrupa şampiyonluğuna ulaşan Portekizliler galibiyetlerini Champs Elysées’ye çıkarak kutladılar. Şampiyonluk sarhoşluğu, aşırı taşkınlıklar olmadan, neşe ve coşkuyla yaşandı.

            Maçın ertesi günü işyerlerinde, kahve molalarında hep maçı konuşup durduk. Galibiyet Fransa’ya bu sefer de nasip olmadıysa da bütün bir ay boyunca hepimiz futbola doymuştuk. Futbola çok meraklı olmayanlarımız bile çeyrek final, yarı final, final derken arkadaşlarımızla toplanıp ya stadlarda, ya cafélerde, ya evlerde televizyon karşısında 90 dakika kilitlenmiştik. Genç oyuncu Antoine Griezmann gönüllere taht kurmuştu, Dimitri Payet adından sıkça söz ettirmişti, kaleci Hugo Lloris nefis kurtarışlar yaparak bolca alkışı hak etmişti.

            Şampiyona nedeniyle bir ay boyunca esnafın da yüzü gülmüştü. Caféler, restoranlar dolup taşmıştı, cirolarını bir kaç katına katlamışlar, binlerce litre şarap ve bira satışı yapılmıştı. Pizzacılar, sushiciler bayram etmişlerdi. Uzun süredir iyi iş yapmayan oteller, azıcık fiatlarını bile arttırıp, tam kapasite çalışmışlardı. Hediyelik eşyacılardan forma satıcılarına, bayrakçılardan su satanlara milyonlarca euroluk hacim yapılmıştı. Pazar günkü kupa finalinin ardından Euro 2016 sayfası acısıyla-tatlısıyla kapanmıştı.

           Perşembe akşamı Fransa’nın Ulusal Bayramı ‘Bastille Day’ kutlandı. 14 temmuzun tarihçesi 1789 devrimine dayanıyor. Monarşiyi protesto eden isyancılar, 14 temmuz 1789'da kraliyet yönetimini temsil eden Bastille hapishanesini basmıştı. Yaşanan çatışma sonucunda bir çok isyancı hayatını kaybetmiş, Kral XVI. Louis ve Kraliçe Marie Antoniette idam edilmişti. Bu yıl da- her yıl gibi- büyük, küçük her kasabada, şehirde konserler düzenlendi, kutlamalar yapıldı, havai fişek gösterileri gerçekleştirildi. Paris’teki kutlama tek kelimeyle muhteşemdi. Nefis bir konserin ardından dolu dolu 35 dakika havai fişeklerle gökler parladı.

            Ama benim içimde sürekli bir kaygı... ‘Kupa süresince ve bu kutlamada güvenlik önlemleri iyiydi, çok şükür bir terör olayı olmadı, insanlar biraz huzur buldu, sevindi, yaz tatili artık çoğu için başlayabilir’ derken BUMMM!! Bu sefer terör güney Fransa’nın Nice şehrini vurdu! Mohamed Lahouaiej Bouhlel 19 tonluk soğutuculu kamyonuyla girdi şehre. Sahil şeridindeki Promenade des Anglais’de kutlamalar için toplanmış halkın üzerine sürdü koca kamyonunu. Hızla gidiyordu, zig zaglar yaparak ilerliyor, kaldırıma inip çıkıyordu. Saldırıyı düzenleyen kişinin bugüne kadar ‘radikal’ bir davranışı olmamıştı, polisin terörist kayıtlarında adı geçmiyordu. Silahlı soygun, hırsızlık ve aile içi şiddet suçları olduğu, depresif bir karaktere sahip olduğu çıkıyor ortaya daha sonra... 2008 yılında Tunus’tan Fransa’ya gelmiş, eşinden ayrılmış, üç küçük çocuğu var. Çok kısa bir zaman zarfında radikalleştiği düşünülüyor. Olaydan 10 gün önce 4 temmuz günü sahil şeridindeki bir araç kiralama şirketinden kullanacağı kamyonun rezervasyonunu yapmış, 11 temmuz günü de ‘ölüm aracı’nı kiralamıştı.

            Her zaman turist ve yerel halkla cıvıl cıvıl olan, Nice sahilinden gelen görüntüler içler acısıydı. Yerlerde onlarca beden, sahildeki restoranların masa örtüleriyle bile örtülü olan cesetler vardı aralarında. Tatildeki turistler, polis müdürü, antrenör, aileler, ufacık bir çocuk, yanıbaşında minik oyuncak bebeği... 84 ölü, yüzlerce yaralı, çoğu ağır yaralı, komada... Yakınlarını arayanlar, çığlıklar, haykırışlar... Ardından hüzün, üzüntü, tedirginlik, acı... Sadece lanetlemek yetmiyor. Teröre lojistik ve finansal destek veren devletler/kurumlar olduğu müddetce teröre dur denilmesi mümkün değil. Olan halka, masum insanlara, gençlere, küçücük çocuklara, ailelere oluyor. Bugün de kurtardık mı diyelim? Halamın söylediği gibi artık ‘dünya çıldırdı, eceliyle ölmek lüks oldu’!

            Daha 24 saat geçmeden 15 temmuz akşamı, saat 23:00 Radyoda kısa bir haber duyuyorum: Spiker Türkiye’den ‘karışık haberler’ geldiğini söylüyor: darbe girişimi, havaalanları kapatıldı, tanklar sokaklarda, Genel Kurmay kuşatıldı, TBMM bombalandı, alçak uçan savaş uçakları... Ilerleyen saatlerde sokaklara çıkan kalabalıklar, kafası kesilen askerler, ölüler, yaralılar, feryadlar, şiddet, nefret, fanatizm... Kabus mu bu? Bütün geceyi televizyon ve internet başında geçiriyorum, haberleri izliyor, mesajlara bakıyor, bölük pörçük bilgi parçalarını biraraya getirmeye, onlardan bir anlam çıkartmaya çalışıyorum. Dehşet içindeyim.  

            Bir gece önce Nice’e ağlarken ertesi gün Türkiye için ağlıyorum.

            Sözler ne ki? Kimi zaman çok güçlü, kimi zaman tamamen kifayetsiz...

            Dünya yine karardı.

            Masumiyetlerimizi yitiriyoruz her yeni gün....

            Çaresizliğime de öfkeleniyorum...

            Umutları nasıl canlı tutacağız ki?

            Yüreğim çok ağır, içim nasıl acıyor...

Paris, 16 temmuz 2016
 

 

Sular altında Paris


Bahar çok tatsız geçti bu diyarlarda... Günlerce süren yağışlar, soğuklar, karanlık  hava mayıs ve haziranın ilk yarısını aldı götürdü bizden.

Paris’in tarihindeki en büyük sel felaketi 1910 yılının ocak ayında yaşanır. 1909’un yaz ayları çok yağışlı, kış da çok karlı geçtiğinden Seine nehri on gün boyunca yavaş yavaş yükselerek taşar. Nehrin seviyesini ölçme aracı olarak Paris’teki Alma köprüsünün altındaki Zouave heykeli kullanılır. 1910 afeti sırasında Zouave omuzlarına kadar suya gömülür. Şehir tamamen karanlığa bürünür, içecek su bulunmaz. O dönemde mevcut olan 5 metro hattı çalışmaz, garlar kapanır. Bugün Orsay Müzesi olan dönemin Orsay Garındaki tren vagonları tamamen suya batar. Sel felaketinden etkilenen kişi sayısı tahmini 200.000 iken selin insani bilançosu, devrilen bir sandalda boğulan tek bir kişiyle sınırlı kalır mucizevi olarak. Suyun normal seviyesine ulaşması ise bir ay sürer.

Tarihler haziran 2016’yı gösterdiğinde uzun süredir devam eden sağanak yağışlar nedeniyle Seine nehri 6 metre seviyesini aştı, yaşanan taşkınlar nehir kenarındaki kimi yolların araç trafiğine kapanmasına neden oldu. Tren seferleri durduruldu. Kıyılardaki restoran ve barlar kapandı. Nehrin simgesi gezinti gemileri günlerce seferlerini yapamadılar. Louvre Müzesi alt katındaki sanat eserlerini korumak için büyük bir kurtarma operasyonu düzenledi; Orsay Müzesi ziyarete kapandı. Paris Venedik’i andırdı kimi bölgelerde... Turistleri köprülerin üzerinde sıradışı görüntüleri fotograflarken gördük sürekli.

Sadece Paris’te değil, ülkenin 19 bölgesinde turuncu alarma geçildi. Essonne, Seine-et-Marne ve Seine-Saint-Denis bölgelerinde binlerce hane tahliye edilirken tren raylarını, otoyolları, köprüleri, evleri, işyerlerini su bastı. Hastanelerde elektrik kesintileri yaşandı. Okullar, huzurevleri kapandı. Kamu hizmetleri durdu. Çiftçiler perişan oldu. Maddi zarar milyarlarca euroya ulaştı.

Geçtiğimiz haftalar Fransa tarihinde sadece bu doğal afetle anılmayacak. Hükümetin meclisten geçirmeye çalıştığı yeni Iş Yasasına tepkiler gittikçe artarak devam etti. Önce rafineriler, ardından nükleer santraller kapanırken benzin istasyonlarında uzun kuyruklar oluştu. Şehirde toplu taşıma araçları düzenli çalışmıyor. Hava kontrolörleri ara ara bu grevlere katılıyor. Air France’ın tehditleri sürüyor. Ardarda yapılan toplantılardan sonuç alınamıyor, grevlerin uzun süre daha devam edeceği açıklanıyor. Hükümet sendikaları, sendilar hükümeti dize getirmekle tehdit ediyor, karşılıklı gövde gösterileri gündemin ilk haberlerini işgal ediyor, halk burnundan soluyor.  

Durun, daha bitmedi: Paris çevresindeki çöp arıtma tesisleri de grev kervanına katıldı. Şehrin kimi semtlerinde çöp toplanması özel sektörün elindeyken diğer büyük kısmı belediye ekiplerince toplanmakta. Binlerce ton çöpten bahsediyoruz! Paris Belediyesi ekibin %20’sinin grevde olduğunu açıkladı. Bir çok bölgede devasa çöp yığınları kötü kokmaya başladı bile! 

Grinin içindeki aydınlık ve kültür buzdağı

Peki bu kadar ‘gri’nin içinde hiç mi ışık yok? Olmaz mı? Tabii ki var.

Sosyal tansiyonun yüksek olduğu bu karmaşanın içinde geçen Cuma günü oldukça ciddi güvenlik önlemleri altında UEFA Euro 2016 Futbol Şampiyonası start verdi. Turnuvanın ana sponsorlarından Türk Hava Yolları’nın reklamları tüm billboard’ları süsledi hemen. Turnuvanın ilk maçında Fransa’nın Romanya’yı 2-1 yenmesi ülkede sevinçle karşılandı. Yakınımızdaki bir gözlük dükkanı ‘kupayı kazanırsak gözlüklerde %100 indirim, yarı finale çıkarsak %50 indirim’ ilanı astı vitrinine. Alışverişimi yaptığım pazarcı da dün ‘hele kupayı alalım, o gün tüm malları bedava dağıtacağım’ diyordu gülümseyerek kuyruktaki müşterilerine...

Fransızlarda hoşuma giden en önemli özelliklerden biri sahip oldukları ‘passion’ yani tutku. Bu halk lisanına tutkuyla bağlı. Kültür mirasları onlar için çok önemli. Gerek mimari, gerek sanat, gerek yemek kültürleri... Müzisyenlerini ölümlerinden yıllar geçse de vefayla anıyor, şarkılarını sürekli gündemde tutuyorlar. Eski Fransız filmlerini oynatan onlarca küçük, bağımsız sinema var Paris’te. Kuyruklar oluşuyor önlerinde, o filmleri tekrar tekrar izlemeye, yeni nesile izlettirmeye bayılıyorlar. Victor Hugo’dan Simone de Beauvoir’a edebiyatlarına/edebiyatçılarına değer veriyorlar, şairleri için festivaller düzenliyorlar.

Fransa’ya ilk geldiğimde bu kültür tutkusuna ilgi duymuş, özellikle halklar arası kültürel farklılıklar üzerine yazılmış onlarca kitap okumuştum. Amerikalılar bu büyüleyici konuya oldukça kafa yormuş, araştırmalar yapmışlardı. Polly Platt’dan ‘French or Foe’, Harriet Welty Rochefort’dan ‘French Toast’, Gilles Asselin&Ruth Mastron’dan ‘Au Contraire!: Figuring Out the French’ ilgimi çeken kitapların başında geliyordu.

Ruth Mastron’ı bizzat izlediğim bir konferansında ‘cultural iceberg’ metaforundan bahsediyordu. Suyun üstünde %10’u görülen kültür buzdağının %90’ı suyun altında gizliydi. Geçen haftalarda LinkedIn.com’da dolaşan yeni bir grafik de bu konuyu tekrar gündeme taşıyordu, üzerinde düşünmeye değerdi.

Kültürün görünen kısmı sanat, edebiyat, müzik, mimari, moda, mutfak gibi, yabancı bir ülkeyi ziyaret etmeyi farklı ve ilginç kılan bariz unsurları içerirken buzdağının görünmeyen kısmı, ancak belli bir süre yaşayıp çalıştıktan sonra farketmeye başladığınız, diğer derin unsurları içeriyordu. Herkes kendi tecrübesini yaşar tabii ki ama benim dikkatimi çekenlerin bazıları şöyle: Minicik apartmanlarda yaşamayı öğrenmek, herşeyi anlamaya çalışmaktan vazgeçmek (hatta maaş bordroları gibi Fransızların bile anlamadıkları şeyler olduğunu gormek), sürekli yapılan grevler/yürüyüşler/protestolar, zayıf müşteri hizmeti... Diğer yanda otobüse binerken şöföre günaydın/iyi günler demek, birbirini tanımayan insanların bile apartmanda, sokakta, selamlaşması, daha çok teşekkür etmek, daha açık görüşlü olmak, farklı kültür/dil/dinden insanların birlikte yaşam serüvenlerine tanık olmak, kadın hakları, ifade özgürlüğünün geldiği boyuta şaşırıp kalmak, tartışmalarda insanların birbirini dinlemesi, kimsenin cinsel eğilimine, aile yapısına, çocuk sahibi olma tercihine veya çocuk sayısına karışılmaması, gerçek demokrasinin toplumlar üzerindeki anlamını ve değerini kavrayabilmek...


Bir Fransız gibi düşünmeye, hadi  o kadar ileri gitmeyelim, farklı düşünce yapılarını anlamaya başladığınız an buzdağının görünmeyen kısmını çözdünüz ve kültür bariyerini aştınız demektir. Gerisi kolay!