26 Aralık 2014 Cuma

KEŞKE…




Dünyada en çok mektup alan kahramandır Noel Baba. Hayaldir çocuklar için… Tontondur, sempatiktir, özeldir. Umuttur. Onların geniş hayal dünyasının renkli bir karakteridir, ta ki büyüyüp gerçeği öğrenecekleri güne kadar. Peki Noel Baba’ya mektup gönderme şampiyonu ülke hangisi? Fransa! Fransa’da mektup yazma geleneği halen sürdüğünden mi? Fransızca edebiyat dili olduğundan mı? Fransız anne-babalar çocuklarının çılgın rüyalarını destekledikleri için mi? Yoksa bu ülkede son yıllarda yaşanan diz boyu umutsuzluğun, karamsarlığın bir göstergesi mi?

Birleşmiş Milletlere bağlı çalışan 192 ülkenin üye olduğu Universal Postal Union’ın yaptığı bir çalışma geçen yıl Noel Baba’ya 126 ülkeden 8 milyon mektup gönderildiğini tespit etmiş. Yunanistan 80 bin, Isveç 30 bin, Italya 130 bin, Almanya, Ispanya, Rusya’dan 300’er bin mektup, Fransa’dan ise 1 milyon 700 bin mektup gönderilmiş!

Çoğunlukla 3 ila 9 yaş arasındaki çocukların yazdığı ve kendi dillerinde ‘Noel Baba, Kuzey Kutbu’ adresiyle postaladıkları mektuplar normal koşullarda ‘bilinmeyen adres’ diye nitelendirilmesi gerekirken çoğu ülkede mektuplar toplanıyor. Üstelik bu dönemde postanelerde oluşturulan özel servislerde Noel Baba’nın yardımcıları(!) tarafından her mektup yanıtlanıyor. Mektuba pul koymaya gerek yok ama yanıt almak için 20 aralık tarihini aşmamak gerekiyor. Ne de olsa Noel Baba dünyaca tanınan çok meşgul bir Süper Star!

Fransız Posta Idaresi her yıl kasım ayında Gironde’un Libourne şehrinde geleneksel ‘Noel Baba Sekreterliği’ bölümünü açıyor ve 60 ‘sekreter’ gelen mektup/kartları açıp yanıtlamak için işe alınıyor. ‘Ilk mektubunu Noel Babaya yazmakla başlıyor çocuklar… Onlara mutluluk, neşe getirecek çok tatlı talep mektupları alıyoruz’ diyen Mme Teulières, Noel Baba’nın en kıdemli asistanı. Bu gelenek Fransa’da 1962 yılından beri sürdürülüyor. Jacques Marette’nin Posta ve Telekomünikasyon müdürü olduğu dönemde kardeşi Françoise Dolto ilk yanıt mektubunu yazdığından beri… Unutmadan Noel Baba’ya artık e-mail de gönderilebiliyor!

Brezilya’da 24 yıldır düzenlenen kampanya ile sponsor ve gönüllüler biraraya geliyor, çocukların mektuplarında istedikleri oyuncak, giysi veya okul malzemelerinden en az birisini  kendilerine gönderiyorlar. Kanada’da ise Noel Baba’nın posta kodu bile var: H0H 0H0
Noel Baba’ya mektup yazma yaşımız çoktaaan geçti ama yeni bir yılın kapımızda olduğu bu günlerde içimdeki çocuk KESKE diyor:

Kurgulanmış hayatların ortasında kalmasak

Bize dayatılan değil bizim yaşamak istediğimiz yaşamlarımız olsa

Hayallerimiz beynimizde takılıp kalmasa, hayata geçirilebilse

İnsana önem, hayata değer verilse

Olduğu gibi görünse insan, göründüğü gibi olsa

Çevresindeki kalabalığa rağmen yalnız kalmasa, kendisini anlayanlar, dinleyenler olsa

Umut dolu olsa, sevgi yüklü olsa kısacık yaşamlarımız

Gözyaşları olmasa, olursa da sadece sevinç gözyaşları olsa

Nefret olmasa, ötekileştirilmese kimse

Sokakta yaşayanlara sıcak bir yuva, kimsesizlere sevgi dolu bir kucak, hastalara şifa olsa

Insanların yüzü gülse

Yaşam kaliteleri artsa

Haksızlıklara karşı birlik olunsa

Kafalardaki örümcek ağları temizlense

Kimse kimsenin hayatına karışmasa

Kültürel miraslara sahip çıkılsa, kültürel zenginliklere değer verilse

Ayrımcılığın her türlüsüne top yekün hayır dense

Güzelim doğa katledilmese

Barış ve özgürlük hayal olmasa

Pire için yorgan yakılmasa, insanlar bağışlayıcı olsa

Kahrolası uzaklıklar yakınlaşsa

Samimi dostluklar, sürpriz karşılaşmalar

Heyecanlı geceler, neşeli sabahlar, sıcacık sohbetler olsa

Yorgunluklar başarıya, telaşlar huzura, özlemler kucaklaşmaya dönse

Almanın zevki değil, verebilmenin mutluluğu herkese nasip olsa

Kalplerimizin sofrası hep açık olsa

Mucizelere inanmaktan asla vazgeçilmese

Aşk olsa aşk,  yürekler aşk ile aşk için çarpsa


Ama şairin dediği gibi ‘Keşkelerle vakit kaybetme, şimdiyi yaşa’. Şimdi’lerin ‘en keşke’sizi 2015 yılı olsun.

19 Aralık 2014 Cuma

GELECEĞI KADIN VIZYONUYLA INŞA ETMEK



 2014 finalists-Cartier Womens Initiative


Her yıl ekim ayında Fransa’nın Deauville şehrinde toplanan Kadın Forumu bu yıl onuncu yaşını kutladı. Politikadan bilim kadınına, şirket yöneticisinden medya patronuna, karar mercilerinde bulunan 70 ülkeden 1000’in üzerinde katılımcı, kadının toplumdaki rolünü ve dünyadaki yerini tartıştı.

Her kıtadan, her yaştan, her meslekten kadının biraraya geldiği forum süresince yönetim kademelerindeki kadınlar deneyimlerini paylaştı, ekonomik ve sosyal konuları masaya yatırdı. Bu yılın teması üç başlıktan oluştu: temel ihtiyaçlar (su, enerji, sağlık, eğitim), eşitsizlikleri azaltmak için teknolojiyi araç olarak kullanmak, insan hakları ve  haklara saygılı devlet.

Forumun açılışında, yayılma hızı yükselen Ebola virüsüyle ilgili dünya genelinde hazırlıklar ana başlıklardan biri olarak ele alındı. Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Yiyecek Programı sözcüsü Elisabeth Byrs, merkezlerde toplu dağıtım yerine kapı kapı, aile aile dolaşarak yaptıkları yiyecek yardımının hastalığın yayılma hızını azaltığını, havayolu koridoruyla lojistik destek alanında da büyük ilerlemeler kaydettiklerini açıkladı.

The Washington Post gazetesinin editör yardımcısı Elizabeth Weymouth teknoloji şirketlerinin işe daha az kadın eleman aldıklarını açıkladı. ‘Şirketlere bunun nedeni sorulduğunda mezunlar içinde kadın mühendis sayısının daha az olduğu yanıtını alıyoruz.’ Kadın mühendislerin gelecek yıllarda artacağından emin olduğunu belirten Weymouth kendi neslinde bir çok kadının çalıştığını ama şartların daha zor olduğunu, kızının neslinde ise hemen hemen tüm yaşıtlarının çalıştığını, çok daha yüksek pozisyonlarda bulunduklarını, gelecek nesil için durumun daha da iyi olacağının altını çizdi. Hilary Clinton’un gelecek ABD Başkanlık seçiminde muhtemelen aday gösterileceğini ve bunun ABD’de ilk kadın başkan adayı olacağını vurgulayan Weymouth, Amerikalı kadınların büyük ilerleme kaydettiğini ve bundan sonra da etmeye devam edeceklerine inandığını açıkladı.

Boston Consulting Group Başkanı Agnès Audier, Apple ve Facebook’un hamile kalmayı erteleyen kadın çalışanlarına, yumurtalarını dondurarak saklamak için 20.000$’a kadar sübvansiyon vermeyi önermelerine büyük tepki gösterdi. ‘Bu sektörlerin daha çok erkeklere hitap eden sektörler olduğu imaji mevcut. Bu yanlış imaj öncelikle oryantasyondan başlıyor. Kız öğrencilerin teknik ve bilimsel meslek dallarına daha fazla yönlendirilmeye motive edilmeleri gelecek için çok yararlı olacaktır. Ikinci neden de mezun olan kızların ancak %50’si eğitimini aldığı sektörde çalışırken erkeklerde bu oran %75. Hem oryantasyonda hem de mezuniyet sonrası kaybettiğimiz kızları düşünürsek sonuçta teknoloji yoğun mesleklerde ancak %30’larda görebiliyoruz kadınları…’

Forum’a katılan Meksika delegasyonunda 30 civarında senatör, avukat, müze müdürü, high-tech-enerji-telekom alanında uluslararası şirketlerin yöneticileri mevcuttu. Ünlü film yıldızı, yapımcı Salma Hayek Pinault başkanlığında foruma katılan Meksikalilar daha adil bir dünya için forumda bulunduklarının altını çizdiler.

2014 yılında başarısıyla ses getiren kadınlardan biri Kira Radinsky. 27 yaşında ve  SalesPredict  şirketinin kurucu ortağı. 2012 yılında Küba’yı sarsan kolera salgınını bile önceden haber veren bu genç Israilli kadin medyum değil, algoritma hesapları uzmanı. Hayfa Technion Üniversitesinde bilgisayar doktorası yaptıktan sonra Microsoft şirketi tarafından keşfediliyor ve ABD’ye gidiyor. Microsoft Research’ün müdürü Eric Horvitz ile ileriyi gören yazılım programları üzerinde çalışıyorlar. 2012’de kurduğu start-up SalesPredict, şirketlerin ticari performansını en iyi duruma getirmek üzerine çalışmakta. MIT(Massachusetts Institute of Technology) gelecek vadeden 35 araştırmacı arasına almış Radinsky’yi… Al-Bawsala sivil toplum kuruluşunun başkanı 29 yaşındaki Amira Yahyaoui ise 2013’de ArabianBusiness.com tarafından dünyadaki en etkili 100 Arap kadın arasına seçilmiş. Tunus politik sahnesinin önemli oyuncularından Yahyaoui işini gözcülük olarak tanımlıyor. Ben Ali döneminde  yayınlanan blogu politikacıları oldukça korkutuyordu. 2012’de kurduğu Al-Bawsala ile hedefi iyi ve şeffaf yönetim. Bir adım ileri gidip geçen yaz kurduğu Baladia.marsad.tn sitesiyle de belediyelerin tüm bilgilerini(finans, insan kaynakları, menkul ve gayrimenkulleri) toplayıp kamuoyuna açıklamakta.

Cinsiyet ayırımı kültürümüze o kadar derin işlemiş ki…

‘Kadınlara bir ses vererek medyadaki muhabbeti değiştirelim’ başlığı altında yapılan tartışmada açıklanan veriler oldukça etkileyiciydi. Fransa’da medyadaki uzmanların sadece %18’ini kadınlar oluştururken erkekler %82 oranında temsil edilmekte. Dünya için de sayılar çok üzücü. ABD’de pazar sabahı talk-show’larında kadınlar sadece %21.7 temsil ediliyor, haber kaynaklarının yalnızca %26’sı kadın. Geçen yıl yapılan bir araştırmada 84 haber web sitesinin habercilerinin %23’ünün kadın olduğu tespit edilmiş. Medyanın algı şekillendirmede ve bilgi yaymada çok kritik bir rol üstlendiği malum, medya tüm perspektifleri yansıtmalı ve herkesin katılımını sağlamalı. Öyleyse daha çok kadın rol modeli ve kadın başarılarını yansıtmakla da yükümlü. Kadınların dünya nüfusunun %50’sini temsil ettiğini hatırlayabilirsek kadının sesinin yükselmesi ve medyada mevcut tartışma şeklinin  değişme ihtiyacı daha açık ortaya çıkıyor. Womhatirataraken Media Center’ın kurucularından Jane Fonda şöyle özetliyor: ‘Cinsiyet ayırımı kültürümüze o kadar derin işlemiş ki çoğu insan bir sorun olduğunun bile farkında değil. Dünyada hiç bir sorun, dünyanın diğer yarı nüfusunun ihtiyaçları, bakış açıları ve özellikleri dahil edilmeden  gerçek anlamda çözülemez. Hepimiz muhabbeti değiştirmekle sorumluyuz. Yarın değil, şu anda!’
Forum, kadınların kendilerini ifade etme, düşünme, değerlendirme yapma, her nesilden ve her görüşten insanın alışveriş yaptığı bir kürsü görevi üstlendi. Politik olmayan bağımsız bu forumun amacı günümüzün ekonomik ve sosyal kaygılarına/sorunlarına kadın bakış açısıyla çözümler üretmek, dünya çapında bir ağ kurarak sesini duyurmak, fikir alış-verişini sağlamak, forumun kaynaklarını kullanarak aksiyonlar planlamak. Özet olarak üç gün boyunca süren forumda günümüzde ve gelecekte ortaya çıkabilecek toplumsal sorunlar konusunda söz alan kadınlar ‘geleceği kadın vizyonuyla inşa etmek’ adına konuştular, tartıştılar, öneriler sundular. Kadınların görüşleri, fikirleri ve çözüm önerileri erkeklerinkiyle elele gitmeli. Kadınların yarının dünyasını iyileştirmeye katkıları yadsınmamalı.

21 Ağustos 2014 Perşembe

GENÇ SOKAK


Anne Hidalgo, Philippe Starck, Alain Ducasse, Tom Dixon ve daha bir çok ünlü isim Paris’te çok ses getirecek özel bir projede buluştular. Paris’e bir sonraki ziyaretinizde bu kentsel dönüşüm mekanını ‘gezilecekler liste’nize eklemeyi ihmal etmeyin.

Paris’i tanıyanlar mutlaka Marais bölgesini bilir. Hem Yahudi Paris’in hem gay Paris’in bulunduğu bu bölge şehrin en trendy semtlerinden biri. Semtin Haut Marais denilen kuzey kısmı da cafeleri, restaurantları, galerileri ile oldukça ‘hip’ bir semt olma yolunda. Son aylarda bölgenin neredeyse yarısını satın alan bir girişimcinin adı dillerden düşmüyor: Cédric Naudon. 42 yaşındaki bu genç adamın oldukça parlak fikirleri, büyük planları ve bol parası var! Paris ve New York’da gayrimenkul ve finans alanında büyük bir servet edindiği rivayet edilen Naudon, Place de la République ile Conservatoire National des Arts et Métiers arasındaki Vertbois, Volta ve Notre-Dame-de-Nazareth sokaklarından oluşacak bölgeyi bir ‘epiküriyen kasaba’ haline dönüştürmek ve ‘fine food’ semti oluşturmak için kolları sıvadı. Bugüne kadar 45 bina satın aldı. Bir zamanlar içi terkedilmiş dükkanlar yenileniyor, aylardır hummalı bir restorasyon çalışması sürüyor. Bu gastronomik kasabanın oluşturulmasında dünyanın en iyi mimar ve dekoratörleri çalışmakta. Adı Guillaume Apollinaire’in bir şiirinden esinlenerek « La Jeune Rue » yani Genç Sokak olacak. Renovasyonda olan bölge tamamlandığında Paris’te bir ilk gerçekleşecek.

Hizmete girmesi planlanan 36 civarında mekanda yüksek gastronomi ürünleri ile ünlü tasarımcıların dekorasyonları harmanlanacak. Patricia Urquiola'nın Italyan restaurantı, Jasper Morrison’un Tapas Barı, Ingo Maurer’in Speakeasy’si, Paola Navone'nin Kore Sokak Lezzetleri, Tom Dixon’un deniz mahsülleri, Michele De Lucchi’nin içinde kütüphanesi olacak kasap dükkanı, Studio Job'un krepçisi… ‘Londra’da bile bu denli heyecan verici bir proje görmedim. Paris hiç olmadığı kadar ses getirecek’ diyor Ingiliz tasarımcı Tom Dixon.  Peynircide peynirler özel tasarım çekmecelerde sergilenecek, herbirinin özellikleri anlatılarak müşteriye satılacak. Organik fırında suşi restaurantlarındaki gibi dönen bant uygulaması olacak. Istiridye Bar, içinde mermer igloo’su(eskimo kulübesi) olacak balıkçı, baharatçı, pastacı, dondurmacı, kapalı çarşı, mutfak malzemeleri butikleri açılacak. Hepsinde Fransız üreticilerin malzemeleri kullanılacak. Üreticiden tüketiciye aracı kullanmadan oluşturulacak zincirle de Fransa’nın her tarafındaki model çiftliklerden kaliteli ürünler uygun fiatla tüketiciye sunulacak. Amaç şık, taze, organik ve epiküriyen bir gastronomi merkezi oluşturmak.

La Jeune Rue’nün ardındaki girişimci Cédric Naudon, bu yıl piyasada adından çokça söz ettirmeye başlayan bir kişilik. Fazlaca etrafta olmamaya özen göstermekte, hatta gizemli bir hava estirmekte. Kendisiyle yapılan ender röportajların birinde projenin sadece bir gayrimenkul yatırımı olmadığını ve düşünülenin aksine hiç de elitist olmadığını belirtiyor. ‘Çok para kazandım ama mutlu değildim. Hayatıma bir anlam katmanın tek yolu vardı. Her zaman en sevdiğim iki şeyden yola çıktım: Estetik ve lezzet…. Fas ve Italyan kökenleri sayesinde kendini çok iyi bir gurme olarak tanımlayan Naudon ‘Paris’te her yerde iyi malzeme bulmak zor. Iyi peynir için 7.bölge, iyi et için 14.bölge, iyi ekmek için 8.bölge derken cumartesi günleri bütün Paris’i gezmek zorunda kalıyorum. Burası tamamlandığında herşeyi birarada bulabileceksiniz!’ diyor. ‘Son iki yıldır tüm paramı ve ruhumu bu proje için ortaya koydum. En iyi malzemeleri bulabilmek için tüm Fransa’yı geziyorum. Sonunda Paris’teki en ideal sokağı oluşturacağız! Tabii ki çok da para kazanacağım bu işten…’

Proje ortalama 30 milyon euroya mal olacak. Üçte birini Naudon kendi finanse ediyor, kalanını bankalar. Naudon proje ortaklarını seçerken de yüksekten uçmuş: Paris’in yeni belediye başkanı Anne Hidalgo Paris Belediyesi olarak bu istihdam sağlayıcı ve prestijli projenin arkasında olduklarının altını çiziyor. Ünlü tasarımcı Philippe Starck ve Michelin yıldızlı ünlü şef Alain Ducasse Naudon’u destekliyenler arasında bir kaç prestijli isim daha...

Madalyonun diğer yanına bakacak olursak, farklı sosyo-ekonomik ve etnik kökenlerden gelen insanların yaşadığı ve çalıştığı bu bölge Çin kökenli konfeksiyon ve imitasyon takı toptancılarının da mekanı olarak biliniyor. Semt sakinlerinin tedirgin olduğu konu ise son yıllarda bu bölgede BOBO (bohem-burjuva)’ların artmasıyla kendilerinin bölgeden uzaklaştırılacağı, dolayısıyla etnik ve sosyal zenginliğin yok olabileceği korkusu...

Dükkanların bir kısmı sonbaharda, gerisi gelecek yıl açılacak. Bütün bir semti ‘metamorfoz’ edecek bu çılgın girişimin sonuçlanmasını heyecanla bekliyorum. Dünyada da ses getirecek bu gastronomi ve design merkezinin Paris’e yeni bir nefes getireceğinden hiç şüphem yok. La Jeune Rue hantallaşmış Fransız ekonomisinin ihtiyacı olan yeni kana çok güzel de bir örnek olabilir. Ülkenin geleceği böyle hırslı ve vizyoner projelere imza atan girişimciler sayesinde şekillenecek. Paris’e yolunuz düşerse mutlaka ‘La Jeune Rue’yü ‘gezilecekler liste’nize eklemeyi ihmal etmeyin.

4 Temmuz 2014 Cuma

Prof. Riva Kastoryano'yla Fransa-Türkiye hattında söyleşi



Bilim insanı, entellektüel, akademisyen, araştırmacı, yazar, eğitmen, başarılarla dolu uluslararası bir kariyer : Prof. Dr. Riva Kastoryano. Çok yoğun bir dönemde beni kırmayıp Şalom gazetesi adına söyleşi yapmayı kabul ettiği ve tüm sorularımı içtenlikle yanıtladığı için kendisine çok teşekkür ediyorum. Siyasetten göçmenliğe, entellektüel parkurundan özel yaşamına, Fransa-Türkiye hattında bir çok başlıkta sohbet ettik.

Özgeçmişinizle başlayalım.
Istanbul doğumluyum. 42 yıldır Fransa’da yaşıyorum. Istanbul’da Işık Lisesi, Saint Peucherie, Saint Benoit derken abimi Fransa’ya okumaya gönderdiler. Ben de okumak istiyorum diye  peşine takıldım. O iki sene okudu, geri döndü, ben kaldım. Babam ‘HEC okuyacaksan gidersin’ dedi, bir sene okudum, nefret ettim. Ardından Sorbonne’da ekonomi okurken hep aklım sosyoloji ve antropolojideydi. Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociale’de yaptıgım doktoramdan sonra şanslıydım, ilk olarak 84-87 yılları arasında Harvard’da hocalık yaptım. Sonra Sciences Po- Paris Siyasal Bilimler Enstitüsünden gelen teklifle Paris’e geri döndüm. Işte geliş o geliş… Aslında Fransa yoktu hiç gönlümde. Amerika’ya da ‘Türkiye’ye döner Boğaziçi’nde hoca olurum’ diye gitmiştim. Öğrenciyken her yıl transferimi düşünürdüm. Ilk sene Noel tatilinde eve döndüğümde ‘Baba hiç düşündüğüm gibi değil, ben döneyim’ dedim, babam ‘sen gitmek için bizi çok uğraştırdın, netice almadan dönme’ demişti. Her geri dönüşü düşündüğümde babamın bu sözü beni devam etmeye yöneltti.

Sciences Po’daki bölümünüz CERI(Le Centre d'études et de recherches internationales)den bahsedin biraz…
Her üniversite gibi Sciences Po’nun da araştırma merkezleri var. Burası bu merkezlerden biri. CERI’nin özelliği bölge çalışmaları- ülke ülke araştırma grupları mevcut. Benim ihtisas alanım devlet ve azınlık ilişkileri, göçmenlik, vatandaşlık, nasyonalizm, cemaatler ve kimlikler…Ayrıca Türkiye üzerine de bir çalışma grubum var.

Yayınlarınızdan ikisine değinmek istiyorum. Negotiating Identities: States and Immigrants in France and Germany (Princeton University Press, 2002), ve Les codes de la différence: race, origine, religion: France, Allemagne, Etats-Unis (Presses de Sciences Po, 2005). Özellikle yeni bir tür ulusalcılık olarak nitelendirdiğiniz transnational nationalism kavramını açmanızı isteyeceğim.
Göçmenlerden yola çıkarak devlet-azınlık ilişkilerini inceledim hep, cemaatlerle ilgilendim. Devletler cemaat kurmaya nasıl yardımcı/sebep oldu ve ne tür ilişkiler yaratıldı? Avrupa’da yaptığım saha araştırmasında ister Türkiye, ister Kuzey Afrika, ister Pakistanlı olsun dayanışmanın temelinde Islam’ın en önemli unsur olduğunu tespit ettim. Avrupa Birliğinin 12 devlet olduğu dönemde göçmenler kendilerinden 13ème état (13.devlet) olarak bahsediyorlardı. Bu konuyu derinleştirmek istedim. Benim tanımıma göre diasporalar devletler kurulmadan önce yayılmalar şeklinde başlamıştır. Örneğin Yahudi diasporası. Babilon’dan kovulmalarından itibaren dünyanın heryanına dağılmış bir topluluk oluşturmuşlar. Ermeni diasporası, Rum diasporası da aynı şekilde… Devletler henüz yok ama topluluklar var. Şimdiki göçmenler içinse diaspora demek doğru olur mu? Onlar mevcut devletlerden, uluslardan, topraklardan geliyorlar. Cezayir, Tunus, Fas, Pakistan, Hindistan, Türkiye gibi. Bu göçmen toplulukların geldikleri devletlerle ilişkileri nasıl gelişmiş, ne tür bir ulusalcılık ortaya çıkmış diye düşündüm. Diaspora nasyonalizminin hedefi- ki en başarılı olan Sionizm hareketi ile Yahudi diasporasıdır- tekrar o toprakları elde etmektir ama şimdiki göçmenler için böyle bir gelişme söz konusu degil. Ortaya çıkan geldikleri ülkelerin ulusalcılığının kendi topraklarının ötesine sıçraması. Türkiye milliyetçiliğinin Avrupa’ya yayılması gibi. Işte transnasyonal nasyonalizm– yani sınır ötesi milliyetçilik- böyle gelişti. Artık topraksız bir milliyetçilik ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Üzerinde çalıştığım son kitabım da bu ama bu sefer cihadcılardan yola çıktım. Uzun zaman Avrupa’da göç ve diasporalar üzerine çalıştığım için bu genç ve değişik milliyetçilik kavramıyla hayatlarını feda eden gençlerden yola çıktım. Madrid ve Londra’daki saldırıları inceledim. Tabii ki bu gençler Avrupa’daki Müslüman gençliğini oluşturmuyor.

Biraz daha bahsedelim bu yeni kitabınızdan…
Sınırlar ötesi milliyetçilikten bahsederken aktörler kim? Militanlar, aktivistler? Topraksız bir ulus düşünülebilir mi? Klasik milliyetçilik yaklaşımında toprak yoksa ulus yoktur! Islamcı canlı bombaların ulusu bu ‘ümmet’ dedikleri. Ümmet ise Yahudi diasporasının tersi! Nasıl bir devletin kurulmasından önce bir halk anlayışıyla yayılıp o halk bir toprak tanıyor ve onu elde etmek için savaşıyor ise ümmetin anlayışındaki yayılma heryerden olacak ve heryere ulaşacak. Bunu yapan, geliştiren, bunun için yola çıkan, savaşa giden adamlar kimler? Cihad için yola çıkan ya da öyle adlandırdıkları savaş anlayışı ne? Toprak için savaşmıyorlar. NewYork’a, Madrid’e, Londra’ya saldırdıklarında o toprakları elde etmek için gitmiyorlar. Devlet ilişkilerini nasıl altüst ediyorlar? Işte bunları araştırıyorum. Oldukça heyecan verici. Ilginç bir yanı daha var. Bu adamlar savaşa gidiyorlar, ama bir devlet, bir ulus adına gitmiyorlar, ümmet adına çıkıyorlar yola. Peki nereye gömülüyorlar? Paramparça olmuş vücutları nerede? Devletler cihadcıların topraksızlığına nasıl yanıt veriyor, nereye yerleştiriyor sorusuna gömülmeleriyle cevap aradım. Eylülde kitabı bitirmiş olacağım.

Göçmenlikten biraz daha bahsetmek gerekirse… Siz de sonuçta Fransa’ya göçmen geldiniz.
Tezim göçmenlik üzerineydi. Devlet politikalarının göçmen nüfus üzerindeki etkileriyle ilgiliydi. Ilk ABD’ye gittiğimde göç çalışmalarının başındaki Israilli bir profesör beni tanıtırken ‘göç üzerine çalışması şaşırtıcı değil. Ispanya’dan göç eden bir aile, Türkiye, Fransa…’ demişti. Ben ise kendimi hiç göçmen gibi görmüyorum. Göçmen demek göç etmiş, yerleşmiş, yeni kök salmış kimse demek. Ben bugün buradayım, yarın başka yerde olabilirim. Geçenlerde NewYork’da bir konferans ertesi akşam yemeğinde iş arkadaşlarımdan biri ‘sen kendin nereye gömüleceksin biliyor musun?’ dedi. ‘Nereye gömüleceğim hiç umurumda değil ama adımı annemle babamın yanında istiyorum’ dedim. Mutlaka istiyorum çünkü o ailedenim, köküm orası, ismimin o toprağa bağlanmasını istiyorum. Altı yıl önce babamı kaybettim. Istanbul’la bağım farklılaştı çünkü artık babam bir yere gidemez. Ben ona giderim.

Göçmenlik/vatandaşlıkla ilintili, çok basite indirgeyerek sorayım, örneğin Fransa’da Kuzey Afrikalılar, milli maçlarda ve çeşitli toplumsal gösterilerde niye halen Cezayir, Fas bayrakları açıyorlar?
Işte tam transnasyonalizm bu, yani sınır ötesi milliyetçilik. Göçün ilk yıllarında akültürasyon, asimilasyon konuları vardı. Sonra vatandaşlık taşındı gündeme. Vatandaşlık alınınca o ülkeli olunuyor mu? Hatırlıyorum ilk araştırmalarımız sırasında göçmenler vatandaşlık almayı din değiştirme gibi görüyorlardı. ‘Niye biz Fransız olacak mışız? Fransız olmak Katolik olmak demek. Biz Müslümanız’ diyorlardı. Kimlikler böyle algılanıyordu. Şimdi öyle bir şey yok,  Fransız da olsa Müslüman. Bir kaç kuşak sonra vatandaşlık yerine din kimliğinin daha önplana geçeceğine inanıyorum. Aslında Yahudiler gibi. Türkiye’den gelen göçmenlerle yaptığım ilk araştırmada çok şaşırmıştım. Dinin önemini Türkiye’de yaşadığım yıllarda bu kadar hissetmemiştim. Tabii ben daha laik bir çevreden geliyorum. Araştırmamda göçmen aileler için Islamın önemini Yahudi kimliğine benzetmiştim: Aileyi birlikte tutan, cemaatleri yaşatan bir Yahudi kimliği var ki herşey onun etrafında dönüyor. Evlilik, çeyiz, cemaat… diğer tüm kimlikler geri planda kalıyor. Tabii 80’lerde böyleydi, artık değişiyor.

Bir yandan globalleşme, sınırların kalkması, diğer yandan aşırı sağ partilerin-Ulusal Cephe gibi- yükselişi, Avrupa karşıtlığı, Islam karşıtlığı… Avrupa Birliği Parlamentosu seçim sonuçlarıyla ilişkilendirerek AB’nin geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fransız çok Fransız, sistem çok Fransız. Ama Alman da çok Alman, Yine de Avrupa için umutluyum. Avrupa çok önemli, yok olmamalı. Demokratik derslerimiz Avrupa’dan geliyor, o normlardan uzaklaşmamakta fayda var. Aslında Avrupa Birliği hiç bir zaman ulusları, devletleri ortadan kaldırmadı. Son seçimlerde aşırı sağın oy artışı hükümete bir tokat, bir küfür, bir tekme olarak değerlendirilebilir. Ama tabii yalnız Fransa değil. Son yıllardaki ekonomik kriz, işsizlik… Kendi uzmanlık alanımdan baktığım zaman, sınır ötesi milliyetçilik ancak devletlerin – milliyetçiliğin değil – güçlenmesi ile önlenebilir. Demokratik temellerin ana çerçevesi devlet diye düşünüyorum. Avrupa bu devlet sistemini birleştiren normları kontrol ederek devletlerin bile aşırıya gitmesini önleyebilecek bir yapıysa kalmalı bence ama Avrupa henüz globalleşmeyi beceremedi!

Fransa’daki hantal yapı…?
Zaten Fransa biraz köy! Hindistan, Çin, Brezilya çok daha global. Globalleşmeyen Avrupa bu nedenle ulusallaşıyor, milliyetçilik ve popülizm artıyor. Türkiye ise ikisi arasında. Avrupalılaşma, globalleşme, bölgeselleşme, ulusal kalma, bütün bu çabaların içinde. Türkiye’nin analizi aslında Avrupa’nın analizinden çok daha zengin. Coğrafi açıdan büyük bir önemi var. Global olarak bakılınca Türkiye çok daha dinamik ve ilginç.

Eski başbakanlardan Michel Rocard ‘Oui à la Turquie’ (Türkiye’ye Evet) kitabında Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 100. yılının yani 2023’ün Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi için uygun bir tarih olacağını belirtiyordu. Türkiye Avrupa Birliğine girecek mi?
Son dönemde AB karşıtı görüşler çok pompalanıyorsa da Türkiye biliyor ki AB’ne karşı olmakta hiç bir menfaati yok, Avrupasız yapamaz. Eğer bölgede, sözünün geçmesini istiyorsa Avrupa normlarından uzaklaşmamalı. Ama tabii kamuoyu var, bir milletin gururu var, dışlanmışlık var. Ekonomik, politik, kurumsal açıdan Türkiye Avrupa’ya sırtını dönemez, Avrupa da Türkiye’yi daha fazla dışlayamaz. Her iki taraf da biliyor aslında. Aralarındaki ilişki başka bir şekil alacak belki. Bugün tam üyeliği kim ister? Bir yanda Avrupa batıyor, diğer yanda Türkiye’nin sınırı savaş! Bir zamanlar ‘Avrupa’nın çok kültürlülüğü için Müslüman bir ülkenin girmesi lazım’ denirken artık çok değişik boyutlar söz konusu: coğrafya ve bölge entegrasyonu bugün daha önemli. Avrupa’nın normatif, transformatif ve tabii ki ekonomik rolü unutulmamalı.

2009’da kurduğunuz ‘La Turquie contemporaine’ araştırma grubundan bahsedelim biraz da…  
CERI’de Semih Vaner Türkiye uzmanıydı. Rahmetli olunca Sciences Po Türkiye’siz kaldı. Türkiye’nin bu kurumda yer almaması çok yazık olurdu. Başka üniversitelerle birlikte konferanslar, seminerler düzenliyor, misafir konuşmacılar çağırıyoruz. Amacımız günümüz Türkiye’siyle ilgili akademik araştırmaları geliştirip derinleştirmek. 

Ortak projelerde Türk meslekdaşlarınızla görüş farklılıklarınız oluyor mu?
Yok, öyle bir şey hissetmiyorum. Ben subjektiviteye prim vermiyorum, ideolojik de yaklaşmıyorum. Ben uzaktan bakıyorum, bazıları entellektüel kavganın daha içindeler, ben değilim. Ayrıca Türkiye benim temel konum değil.

Türkiye’deki Gezi olaylarıyla Fransa’nın ‘68 öğrenci olayları karşılaştırmalı iki ülkedeki  protesto kültürünü değerlendirmenizi rica etsem…
68’i bizzat yaşamadım, henüz uslu bir ortaokul öğrencisiydim! Ama Fransız protesto kültürü farklı, kurumlaşmış bir kültür. Gezi’de yaşanan ise yeni, yenilikçi, yaratıcı, banalitenin çok ötesindeydi. Fransa açısından, bir protesto ülkesi olarak bu kadar çabuk sönmesi biraz hayal kırıklığı yaşattı diye düşünüyorum. Benim ise ‘niye sustunuz’ demek geliyor içimden ama diğer yandan tabii büyük bir baskı vardı. Baskı Türkiye’nin geçmişinde de var ama sokaklara dökülen gençler baskı ve darbe yaşamamış gençler… Fransa’ya geldiğim yıllarda ünlü bir komedyen vardı, Thierry Le Luron. Politikacıların taklidini yapardı. Ilk izlediğimde çok şaşırmıştım, Türkiye’de kimse bir politikacının taklidini böyle yapmaya cesaret edemez. Düşünün Gezi gençleri bu baskı dönemlerini yaşayan anne-babaların çocukları…

Türkiye-Israil ilişkileri konusunda ne dersiniz?
Bana sahte gibi geliyor. Her iki ülkenin de birbiriyle menfaati var. Bu işin sahnesi var, bir de kulisleri var. Tabii kamuoyu var. Israil düşmanlığıyla antisemitizm mutlaka birbirini buluyor, bu dünyanın her yerinde böyle.

Ya Türkiye’deki Yahudiler?
Unutmayın ki gittikçe küçülen bir cemaat Türkiye’deki Yahudiler. Hep söylüyorum, ‘Türk Yahudilerinin istikbali tarihidir’. Bunun üzerine çalışmalıyız çünkü geleceğe bırakabileceğimiz tek şey tarihimiz.

Bir çok şapkanız var, hangisi sizi en çok tatmin ediyor?
Bir tek şey diyebilirim, dünyaya bir daha gelsem yine aynı şeyleri yapmak isterim.

Ne mutlu size! Peki Riva Kastoryano’nun bilinmeyen bir yönü desem?
Ben çok açık bir insanım, beni tanıyanlar şeffaflık görür. Aileme çok düşkünüm. Biraz tezat gibi görünür, uzun yıllardır yurtdışında olup aileme bu kadar düşkün olmam…Şimdi odak noktam annem, ve babamın anısına çok düşkünüm. Özellikle vefatından sonra geleneklerimize daha çok önem veriyorum, Pesah’ta hamursuz yemeye, Kipur’da oruç tutmaya başladım mesala sadece onun anısına.

Köklerinize bir yolculuk yapsak büyüklerinizin size aktardığı değerler neler? Büyüklerimin bana miras bıraktığı şey anılar ve gelenekler. Onlar yaşarken anılara ihtiyacım yoktu, şimdi daha çok var. Anneannemi çok severdim. Geçen akşam bir galaya davetliydim, evden çıkarken bir mendil aldım yanıma. Anneannem bana hep ‘bir genç kız mendilsiz dışarı çıkmamalı’ derdi! Üzüldüğüm şey sormak istediklerim vardı, soramadım. Uzun yaşadı aslında ama olmadı işte. Ailesi Bulgardı. Babam annemin ailesine ‘onlar göçmen’ derdi! Kastoryano dedem ise tam Istanbulluydu, Kuzguncuklu. Babam geleneklere çok saygılıydı, annem ise daha etnik bir Yahudi.

Nasıl yolları kesişmiş anne babanızın?
Annemin bir kitabı var. ‘Quand l'innocence avait un sens: Chronique d'une famille juive d'Istanbul d'entre les deux guerres’ Çok güzel bir kitap. Kitabın sonunda babamla  karşılaşmalarını anlatır: Adada annemin dayısı babamın babasının evinde kiracı olduğu bir yaz annem babama aşık olmuş. Annem 16 yaşında, babam 29.

Mutfağa ilginiz var mı? Yemek pişirir misiniz?
Evet. Mesela geçen gün çok güzel bir şey uydurdum, bademli somon yaptım. Önce bademleri kavurdum, sonra somonu fırında folyoda pişirdim, nefis oldu. Tajin yapmayı öğrendim. Ama öyle borekas gibi uzun işlere girişmem pek. Annem çok güzel yemek yapardı. Şimdi annemin yanında Ermenistanlı bir hanım var, çok lezzetli zeytinyağlılar yapıyor, ondan zaman zaman mutfak sırları öğreniyorum!

Gazetedeki köşemin adı Paris Esintisi. Paris-Istanbul arasında bir köprü kurmaya çalışıyorum yazılarımla…Istanbul ve Paris dediğimde sizde ilk ne çağrıştırır? Istanbul’da en çok bağlı olduğum yer Büyükada. Küçükten beri severdim ama şimdi daha çok seviyorum. Yazın iki ay oradayım çoğunlukla. Paris’te ise her yere bisikletle giderim. En sevdiğim sey bisikletle Paris’in köprülerinden geçmek. Ve Paris’te beni en çok etkileyen şey gökyüzü. Ben bu kadar değişken, hareketli, canlı bir gökyüzü dünyanın başka hiç bir yerinde görmedim. Köprülerden geçerken bisikletin üstünde gökyüzüne bakmaya doyamam.