28 Aralık 2012 Cuma

YILIN SON YAZISI




                                                                                Le Cordon Bleu öğrencileriyle

Her son bir başlangıç ise eğer sonlara üzülmemek gerekmez mi?

Mutlu-mutsuz, kolay-zor, neşeli-sıkıntılı anları, inişleri ve çıkışlarıyla bir yıl daha sona eriyor.

Yıl boyunca yüzümüzü güldüren olaylar, uzanan dost eller, sesiyle, kalemiyle, kalbiyle yüreğimizi aydınlatanlar engebeli hayat yolumuzu birazcık da olsa yumuşatıyor. Hepimiz acısıyla tatlısıyla, keyifli ve üzüntülü günleriyle, olumlu fikirlerle, karamsar düşüncelerle 365 günü daha bitiriyoruz.

Şimdi bir kaç dakika durup düşünelim: 2012 yılını güzel yapan özel anıları aklımıza kazıyıp kötü anıları geride bırakmaya çalışalım. Bu yıl fark yaratma zamanı desek? 2013’de hayatımızı ‘iyi kullanıp’ bizim için değerli olanlarla güzel ‘an’ları değerlendirsek? Hayat planladığımız, öngördüğümüz, hesapladığımız gibi gelişmiyor, beklenmedik öyle çok şeyle dolu ki… Bunların arasında ciddi nahoş sürprizler olduğu kadar olanaklar da var… Herşey kader de değil, iyi ki seçim hakkımız var!

Geçen hafta e-mailime düşen ve hoşuma giden bir kaç satırı kendimce yorumlayarak bu yılın son yazısında sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Insan ne kadar meşgul olursa olsun sevmek için her zaman vakit vardır.

Insan ne kadar kızgın olursa olsun bağışlamak için her zaman bir yol vardır.

Insan na kadar ‘nasılsa buradayım’ derse desin daha çok paylaşmak için her zaman bir imkan vardır.

Kalmak ve mücadele etmek için mutlaka bir neden vardır.

Sevmek, her dakikanın değerini bilmek ve hakkını vermekle, hatta o anları bizzat yaratmakla başlar.

Yarın tekrar sahip olacağımızı düşünerek, paylaşmak için ertelediğimiz bir kaç dakikayı geri getiremiyor, filmi başa saramıyoruz. Zamanın bize bıraktığı bir geçmiş, sunduğu bir an, vadettiği bir gelecek yok mudur? Üstelik hayat hep yeni bir güne doğmaz mı?

Yakınımda ve uzağımdaki tüm sevdiklerime, tanıdıklarıma ve henüz tanımadığım ama satırlarımı takip edip destek veren herkese bu yıl ve her yıl hayallerinizin ve umutlarınızın hep yeşermesini ve yüreğinizdeki üzüntü, sevinç, korku, umut, sır, kuşku, cesaret, pişmanlık ve özlemleri paylaşabileceğiniz candan dostlarınızın olmasını diliyorum.

Kendi açımdan ise daha tanışacağım insanlar var. Gideceğim ülkeler var. Okuyacağım dünya kadar kitap var. Vereceğim konferanslar var. Deneyeceğim yeni tarifler, pişireceğim leziz yemekler, hazırlayacağım mükemmel sofralar var. Sevdiklerimle paylaşacaklarım var. Yardim elimi uzatabileceklerim var. Yapacağım röportajlar var. Yazılacak yazılarım var…

Özellikle her yıl arzu ettiğim gibi, yazılacaklar hiç tükenmesin ki 2013’de de Paris’ten çiziktirmeye, her ay yeniden merhaba demeye devam…


Hepinizin yeni yılını en içten dileklerimle kutluyorum.

 



19 Ekim 2012 Cuma

SÖYLEYECEK ÇOK ŞARKIMIZ VAR DAHA…



23 eylül pazar günü. Parc de la Villette’in içinde Cabaret Sauvage’ı arıyorum. Gecikmişim, hızlanıyorum, konserin bir dakikasını bile kaçırmak istemiyorum. Salona  girdiğimde şaşırıp kalıyorum. Koskocaman sirk çadırı 1930’ların balo salonlarını andırıyor. Art Nouveau stilinde, dekorasyon ahşap ve kırmızı kadife, fonda Roza’nın gülümseyen portresi asılı… Sanki bir büyü dolaşıyor havada... Yerimi alıyorum, ışıklar azalıyor, çepeçevre yerleştirilmiş onlarca pencere ve aynaya vuran spotlar kırılıyor ve binlerce minik mum yanıyormuş gibi nefes kesici bir atmosfer oluşuyor.

Rebetiko’nun Divası Istanbul doğumlu Roza Eskenazi’nın anısına düzenlenen Les Voix du Rebétiko (Rebetiko’nun Sesleri) konserindeyim. Iki saat boyunca müzik seyircinin ruhunu okşuyor, hayatıyla ilgili filmden ekstreler tarihte yolculuğa çıkartıyor. Sahnede üç ülkeden müzisyenler… Mehtap Demir’i ilk kez orada görüyorum, konser boyunca mükemmel sahne hakimiyeti, etkileyici sesi ve güzelliği ile sahnede devleşiyor. Yoğun programı arasında sorularımı içtenlikle yanıtladığı için kendisine çok tesekkür ediyorum ve bu özel müzik insaniyla yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyorum. 

21 Eylül 2012 Cuma

Bisikletle Paris



Courtesy of afp.com/Philipp Guelland


Bisiklet Fransızların oldukça içiçe yaşadıkları bir ulaşım aracı. Üçte birinin(yanlış okumadınız) kendi bisikletleri var, çocuklar henüz minicikken bisiklete binmeyi öğreniyor. Yılda ortalama 3,5 milyon bisiklet satışı ile Fransa, Hollanda, ABD ve Japonya’nın arkasından dünyada dördüncü sırada yer alıyor.

Paris’i bisikletle gezmek ise çok özel bir keyif: Pazar günleri Seine nehri kıyısı  bisikletliler için trafiğe kapatılıyor. Şehrin 5.000 sokağını, farklı semtlerini, renkli bahçelerini, Corbusier’den Arap-Endülüs tarzına uzanan mimarisini, gizli avlularındaki sanatçı atölyelerini, kanallarını, ‘Mouzaïa’, ‘Coulée Verte’ tarzı kasabalarını ve muhteşem tarihi eserlerini görmek için hem zevkli, hem ekolojik, hem de sağlıklı bir alternatif. Hele ağustos ayında trafik oldukça azalınca şehri bir baştan bir başa katetmek, Montmartre’ın minik sokaklarında kaybolmak, bir Paris cafesinde soluklanmak için en iyi yol. Ya Parisli kadınların mini etekleri ve yüksek topuklu ayakkabılarıyla en şık halleriyle o bisikletlerin üzerinde rahatlıkla yol almalarına ne denebilir? Gerçekten takdire şayan! Bisiklet kullanıcıları bisikletlerinin kendilerine müthiş bir özgürlük verdiğinden dem vururlar hep… Gerçekten de yürümeye göre daha hızlı, arabaya göre çevrenizi keşfedebileceğiniz kadar yavaş bu ulaşım aracına son yıllarda Paris Belediyesi de el attı.

2007 yazında Vélib’ (vélo en libre service) adlı bir bisiklet kiralama sistemi oluşturuldu. Belli sokaklara bisiklet istasyonları kuruldu. Belediyenin bu servisinden yararlanmak için tek şart 14 yaş üstünde ve 150 cm boyunda olmak. Amaç kısa süreli kullanımları desteklemek yoksa bir bisikleti bütün gün bloke etmek değil. Bir istasyondan alıp başka bir istasyona bırakabilmek, işe gitmek, iş çıkışında alışveriş yapmak, bara uğramak, okuldan dönmek... Ücret ise çok uygun: limitsiz kullanım hakkı tanıyan bir günlük bilet 1,70 euro, bir haftalik 8 euro, 1 yıllık abonman 29 euro.

Bisiklet, Paris’in yoğun trafiğinde kısa mesafelerde arabaya park yeri arama ve park ücretlerinin yüksekliği de düşünülürse kullanışlı bir yöntem oluverdi. Bir kuruş akaryakıt parası ödemeden bütçeye faydalı, ekolojik, bedava spor sayesinde sağlığa yararlı, sempatik bir araç olmasının yanısıra ekonomiye katkısıyla dönemin belediye seçimlerinde Paris Belediye Başkanı Bertrand Delanöe de ulaşım politikası açısından bu uygulamayla büyük prim toplamıştı.

Projenin finansmanı ise belediyeye hiç yük değil. Otobüs duraklarının, üstlerindeki reklam karşılığında, bedava yapımını üstlenen JCDecaux firmasına ait. Akıllıca bir pazarlama stratejisiyle sistemi, Paris’i vitrin olarak kullanıp hem Fransa’nın diğer şehirlerinde hem de başka ülkelerde pazarlamayı başardılar. 

Ilk dönemde sorular havada uçuşuyordu:

Bilgisayar sistemi ile tüm istasyonlar sürekli kontrol edilecekse de istediğimiz istasyonda bisiklet bulamazsak?
Bırakmak istediğimiz istasyonda boş yer olmazsa?
Vandalism?
Trafik kazalarında artış?
Paris gibi yağmuru bol bir şehirde yağmur altında ne kadar talep olur acaba?  
Ya bisikletle giderken soluyacağımız egzoz kokuları?

Bu sorulara zaman içinde tatmimkar olan veya olmayan yanıtlar bulundu. ‘Paris’in bir anda Amsterdam olmasını bekleyemeyiz’ diyen Parisliler kimi aksaklıklara rağmen Vélib’li yaşamdan çok memnunlar. Turistler içinse mükemmel bir kolaylık!

Bugün Paris’te her 300 metrede bir olmak üzere toplam 1.800 istasyon ve 20.000 kiralık bisiklet mevcut. Paris’te 332 metro istasyonu olduğunu düşünürsek muhteşem bir alternatif ulaşım ağı oluşturulduğu tartışılmaz. Toplu taşımada grev günleri hesaba katılmazsa, Vélib’ tarihindeki en büyük kullanım oranını da bu ay kaydetti. 24 saat içinde 144.189 kez kullanımla yani her saniyede 1,6 bisiklet kiralanmasıyla bir rekor kırıldı.

Üstelik içinde bulunduğumuz bu hafta ‘La semaine européenne de la mobilité’ kapsamında Parisliler ‘hareket etmeye’ davet ediliyor. Hem Vélib’ hem de elektrikli bisiklet, trotinet ve roller gibi alternatif araçların kullanımı teşvik ediliyor, toplu taşımayı daha çok kullanın, aynı yöne gidenler arabalarınızı paylaşın deniyor. Bir hafta boyunca herkesin deplasman şekline kafa yorması isteniyor, süregelen alışkanlıklara yeni alternatifler öneriliyor. Amaç şehri ve kamusal alanı en iyi, en sağlıklı, en ekonomik, en ekolojik nasıl kullanabiliriz ve paylaşabiliriz’i düşündürtmek, trafik yoğunluğunu ve çevre kirliliğini azaltmak, yarının şehrini bugünden hayal edebilmek.  

Türkiye’de bu yaz başlatılan Sağlık Bakanlığının Obeziteyle Mücadele Projesi kapsamında şişmanlık ve hareketsizlik konusunun toplumun gündemine sokulması gereğinin altı çizilmiş, Bakan Akdağ bisiklet yollarının yapılması ve ucuz bisiklet satılması konusunda çalışmaların yapılabileceğini kaydetmişti. Istanbul Büyükşehir Belediyesi de İstanbul’da toplam 1.004 kilometre bisiklet yolu yapılmasını öngörmüştü. Bir başka haberde Türkiye'de ilk kez Kayseri'de başlayan kiralık bisiklet uygulamasının ilgi görmemesi sonucu oradan getirilen bisikletlerin Sultanahmet ve Beyazıt’ta kullanılacağını belirtilmiş, Çevre ve Şehircilik Bakanı güvenli bisiklet yollarının yapılması için hazırlanan uygun projelere her türlü desteği vereceklerini açıklamıştı.

Bisiklet nedense ülkemizde genelde çocukları sevindirmek için hediye edilen, mahalle içinde kullanılan bir tür çocuk oyuncağı olarak görülür, bu bisiklet sevdası ilerleyen yaşlarda araba sevdasına dönüşür. Soğuk İskandinav ülkeleri dahil tüm Avrupa ülkelerinden Kanada’ya, Hindistan’dan Çin’e, ABD’den Afrika’ya bir çok ülke bisikleti ulaşım aracı olarak kullanırken bizde bisiklet kültürünün gelişmesi belli ki bugünden yarına mümkün değil. Istanbul gibi büyük ve kaotik bir metropolde başarı şansının ne kadar olacağını da kestirmek güç. Paris Istanbul’la aynı ölçekte bir şehir değilse de yine de güzel bir örnek teşkil edebilir. Uygun bisiklet yolları ve motorlu taşıt-yaya-bisikletli işbirliği ile Istanbul’da benzer bir uygulamanın bir gün tıkır tıkır işlemeyeceği ne malum? Umutları tüketmemek lazım. Önyargılar bile yıkılmak için değil midir?  

16 Ağustos 2012 Perşembe

PARIS’TE ‘MADE IN U.S.A.’ ÇILGINLIĞI


Bu aralar Paris’te ne moda diye soranlara Amerikan burgerleri dersem ne dersiniz? Inanın, gerçeğin ta kendisi, bir Amerikan ‘delicatessen’ çılgınlığı süregeliyor son aylarda Paris’te… Atlantik ötesinden gelen büyük bir fırtınayla ‘Made in U.S.A.’ tarifleri Paris’e çıkartma yapıyor.

Parisliler en iyi burgerin, en iyi sezar salatasının, en iyi hot-dog(sosis)in, en iyi bagel’in, en iyi cheesecake’in, en iyi brownie’nin, en iyi fudge’ın, en iyi milk shake’in peşinde…

Yıllar öncesinde şöyle hakkıyla hazırlanmış bir Bloody-Mary içmek için ancak Ritz Otelinin Hemingway Bar’ına gitmeniz gerekirdi. Paris’de yaşayan Amerikalıların her yıl 4 temmuz ve Thanksgiving (Şükran Günü) kutlamalarını yaptıkları bir tek Les Halles bölgesindeki Joe Allen restoranı vardı, lezzetli bir barbekü tavuk veya bir banana split için başka pek şansları yoktu. Son bir kaç yıldır kimi ünlü şeflerin menülerine ekledikleri ve inanılmaz fiatlarla sattıkları örneğin fois gras’lı (kaz ciğerli) burgerler Paris’te Amerikan yemek akımının ilk adımları oldu. Ardından şehre Amerikalı şefler akın edip kendi restoranlarını açtılar. Abartılı fiatlarla lanse edilen bu restoranlar bobo (bourgeois-bohème) Parislilerle dolup taşmaya başladı.

Bu yıl ise Fransız basını Amerikan yiyeceklerini saplantı haline getirdi. Tüm yemek ve gezi dergileri, köşe yazarları, blogcular, televizyon kanalları aynı konuyu işlediler. Basını etkileyen ilk olay Paris turu yapan Hamburger Kamyonuydu. Le Camion Qui Fume adlı Paris’in bu ilk kamyon restoranı her gün farklı bir Paris sokağında kepenklerini açmaya ve bulunduğu yeri sosyal medya kanalıyla haber vermeye başladı. O güne kadar Fransız için sokak yemeği deyince akla sadece pizza ve krep gelirken eğitimli şefler tarafından yüksek kalite malzeme ve teknikle hazırlanan, profesyonel mutfaktan çıkma lezzetlerin sokağa inerek halkın ayağına gelmesi Parislileri çılgına çevirdi.

Los Angeles’li şef Kristin Frederick Paris’te l’Ecole Supérieure de Cuisine Française Ferrandi’deki eğitimi sırasında şehirde take-away yiyecek konusunda eksikliği görür ve eşi Frédéric Fédière ile kolları sıvar. Pazar araştırması, kamyonun park edebileceği yerlerin tespit edilmesi ve gerekli izinlerin alınması oldukça uzun uğraş gerektirir. Sonuçta şefin kamyondaki mutfakta taze taze hazırladığı hamburgerle kızarmış patatese kostümlü kravatlı bankacıdan iş adamına  Parisli 10-12 euro ücret ödemekten ve bu hamburgeri tatmak için bir hatta 1.5 saat kuyruk beklemekten gocunmadı! 
Tabii ilgi rekabeti doğurdu. Bir kaç ay sonra San Francisco’lu Jordan Feilders’in pazarların çevresinde park ettiği kamyonu Cantine California burgerin yanısıra Meksika usulü mısır tacos’ları satmaya başladı. Projesini en iyi kalite Fransız malzemeleriyle Amerikan sokak yiyecekleri geleneğini harmanlamak olarak açıklayan yeni gezici restoranda etler, yumurtalar, patatesler ve unlar organik ve %100 Fransız üretimi.
Bir burger için bu kadar vakti ve sabrı olmayanlara tabii ki Paris’te başka seçenekler  var: Burger imparatorluğunun şehirdeki en iyi temsilcilerinden biri  Place Marché Saint-Honoré’deki şık Razowski. Brooklyn tarzı endüstriyel dekor, bolca ışık, tavuktan ton balığına, sebzeden peynirliye çeşit çeşit burger… kuşkonmaz, avokado, pane edilmiş sebze, mantar gibi ek malzemeler cabası… 39 rue de Richelieu adresindeki H.A.N.D. (Have A Nice Day)’in spesyalitesi lahana salatasi ve patates galetiyle servis ettikleri corn-flakes(mısır gevreği) ile pane edilmiş tavuk burger Farmer. Onuncu bölgedeki Big Fernand’da kendi burgerinizi kendiniz oluşturabilir, Au Comptoir de Brice’de Top Chef yarışmacılarından Brice Morvent’in mini burgerlerini, ikinci bölgedeki Blend’de ünlülerin kasabı Yves-Marie le Bourdonnec’in etlerini ve Amerikalı pasta şefi Camille Malmquist’in ev yapımı burger ekmeklerini tatmak mümkün.
Çılgınlık sadece burgerle sınırlı değil. Ya cupcake deliliği? Amerikan’ın Fransız macaronlarına yanıtı olan bu minik krema kaplı kekler her tür renk ve dekorasyon çılgınlığıyla pastane vitrinlerini süslüyor. Le Figaro gazetesinin Amerikan tatlılarının Tiffany’si diye nitelendirdiği, mücevher güzelliği ve fiatındaki(!) Berko 23, rue Rambuteau’da. Havuç keki, fıstık ezmesi, M&M lezzetlerinin yanısıra badem-zeytin, domates-peynir, közde patlıcan gibi tuzlu aperitif cupcake’leri ile Miam’ın tadları da mükemmel.  Synie's Cupcakes ise Paris’in şu andaki en şık çay salonlarından biri, 23 rue de l'Abbé-Grégoire’da.
Peki yüksek maaşlı, oldukça prestijli bir masabaşı işini bırakıp Paris sokaklarında kamyonla dondurma satmak kulağa nasıl geliyor? Işte son günlerin moda kamyoneti Glaces Glazed. Sahibi Henri Guittet kostüm-kravatı pasta şefi önlüğüyle değiştirdi, Citroën’iyle hem sevdiği rock parçalarını çalıyor hem de portakal-campari-balzamik soslu ‘Clockwork Orange’, Valrhona çikolata sorbe, zencefil ve wasabili ‘Black Sugar Sex Magic’, pancar, elma, rezene, rom ve  zencefilli ‘Rehab’ ile sıradışı dondurmalar sunuyor Parislilere…

Peki Fransız gastronomisinin besiğinde bu çapta Amerikan yiyecekleri istilası biraz abartılı değil mi? Düşünün bir, 1999 yılında hormonlu et sattığı iddiasıyla arkadaşlarıyla McDonalds’a saldırı düzenleyen Fransız Çiftçi Konfederasyonu Başkanı José Bové’yi küreselleşme karşıtları yıllarca alkışladılar, 2004 yılında Paris’te ilk şubesini açan Starbucks’ın kısa sürede iflas edeceğine dair demeçler verdiler. Bugün McDonalds’lar şube açmaya devam ediyor, her köşe başındaki Starbucks’lar sadece gençleri değil, büyükanne-büyükbabaları Amerikan kahvesiyle ağarlıyor. 80 yaşındaki dünya tatlısı kapı komşum ‘bu haftaki arkadaş toplantımızı Starbucks’da yapacağız’ dediğinde ‘işte önlenemez devrim bu’ dedim. Bazı Amerikan ürünleri kimileri için junk food’dan ileri gitmezken bu son akımı gurme fast food diye niteleyenler de var. Işin ekonomik boyutundan yararlananları bir yana koyarsak dünya üzerinde yiyecek yoluyla sınırların kalkması inanılmaz. Anlayacağınız bu yıl, bayram tatili de yaklaşırken New York’a kadar zahmet etmeyin, Paris’e buyrun, tüm U.S.A. tadları burada!

Şimdi gidip şöyle güzel bir hamburger yemeye ne dersiniz?


25 Haziran 2012 Pazartesi

Kahve Keyfi Tarihe mi Karişiyor?



Bir yıl içinde Fransa’da 2.000 café kapılarını kapattı. Son 40 yıl içinde café’lerin 4/5’i tarihe karıştı. 1910’larda 510.000, 1960’larda 200.000 civarındaki café sayısı bugün 35.000’e düştü ve hergün ortalama 2 café kapanmaya devam ediyor. Rakamlar neredeyse sürrealist. Peki neden?

France2 televizyonunun ünlü programı Envoyé Spécial’den gazeteci Laurent Hakim Fransız sosyal sembollerinden önemli biri olan caféler üzerine bir araştırmaya yapmaya karar verdiğinde 18 gün boyunca Fransa’yı gezer, bu yaşam ve paylaşım alanlarının yavaş yavaş yokoluşuna tanık olur. Bu gelişimin nedenlerini kırsal bölgelerden nüfus göçü, kentleşme, teknolojik gelişmelerin hayat tarzını değiştirmesi, işyerlerinde cafélerin yerini makinelere bırakması, üstüste gelen kanunların hem tütün hem alkol tüketimini azaltması olarak özetliyor. Son yıllarda artan bobo-branché’ mekanların bir Paris trendi olduğunun altını çizen Hakim, başkentin Fransa genelinin gerçeğini yansıtmadığını belirtiyor. Kırsal alanda okul, eczane, fırın ne kadar önemliyse halk forumu görevini üstlenen cafélerin (üstelik çoğu gazete, sigara,  posta hizmetleri, toplu taşıma bilet satış noktası, hatta benzin, loto gibi çoklu servis sunan mekanlar) ölümünün bir yerel felaket olduğunun altını çiziyor.

Oysa halen bu mekanların günlük 11 milyon müşterisi var. Bir Fransız işine giderken sabah kahvesini caféde içer, öğle yemeğinin üzerine kahvesini içmeden işine geri dönmez, akşam eve giderken de uğrayıp küçük bir aperitif alır. Yani normal Fransız (François Hollande’ın cumhurbaşkalığına seçilmesinin ardından artık kimsenin dilinden düşmüyor bu ‘normal’ sözcüğü…) günde en az 3 defa, çoğunlukla müdavimi olduğu caféye girer, kontuarda takılır, gazetesini okur, muhabbetini eder. Café ritüeli bir tür terapidir. Sevincini paylaşır, hüznünü dillendirir, derdini anlatır, efkar dağıtır. Efkar deyince bir de sigara yakar diyeceğim ama 1 Ocak 2008 tarihinden itibaren kapalı mekanlarda sigara içmenin yasaklanmasıyla çoğu barın cirosu %20-%30 oranında düştü.  ‘Benimkisi gibi bir cafénin durumu umutsuz, çoğu insan kahvesini içip gidiyor, çarçabuk içilen bir kahve yerimi döndürmeye yetmiyor. Evvelden insanlar girer, bir kahve alır, bir sigara yakar, ikinci bir kahve alırdı. Şimdi sigara içmek için dışarı çıkmak zorundalar, çoğu bir daha geri gelmiyor zaten... Ama dengeye dikkat etmemiz gerek çünkü eğer herşeyi yasaklarsak ve standartlaştırırsak kültürümüzü, ulusal kimliğimizi öldürürüz.’ diyor bir café sahibi…

Son yıllarda yaşanan kriz de sektöre ciddi bir tokat oldu. Fransızlar kemer sıkıyor, daha az dışarıda yiyor-içiyor-eğleniyor, daha az para harcıyor. Öğle yemeklerini sandviçle geçiştirenler, karton bardaklarda hazır veya expresso kapsülleriyle evde/işte kahve içenler… Içki fiatlarındaki artış da çoğu insanı süpermarketten şişesini alıp evinde içmeye zorluyor. Café, Brasserie ve Diskotekler Federasyonu ülke genelinde geleneksel barların krizden yoğun etkilendiğini, karanlık ekonomik atmosferin barların kapanmasına/iflaslarına neden olduğunu teyit etmekte.

 Balzac ‘Bir café’nin kontuarı halkın parlamentosudur’ demiş ama alışkanlıklar değişiyor. 20-30 yıl öncesine kadar caféler insan ilişkilerinde ve sosyalleşmede çok önemli rol oynarlardı. Çalışanların büyük çoğunluğu için hergünkü randevularının bir parçası, emekliler için de yalnızlıklarından kurtulmak için güzel bir sebepti. Oysa günümüzde çoğu insan café’ye gitmek yerine virtüel sosyal medya kanallarında vakit geçirmeyi tercih ediyor.  IFOP ve Heineken-France’ın 2010 eylülünde yaptıkları ‘Caféler ve Sosyal Ilişkiler’ etüdünde 18 yaşüstü 957 kişiyle yapılan görüşmelerin sonuçları günümüzde aile ve iş ortamının sosyal ilişkiler açısından en önemli iki kriter olduğunu gösteriyor. 10 fransızdan sadece 4’ü düzenli caféye gidiyor, %20’si haftada bir, %20’si ayda 1-3 kez gidiyor, üç Fransızdan biri hiç ayak basmıyor. Nedenleri sorulduğunda arkadaşlarını eve kahveye davet etmeyi tercih ettiklerini söylüyor ama hemen ardından fiatların pahallılığından bahsediyorlar. Son 10 yıl içinde un demi (25cl’lik biranın) ortalama fiatı 1,80€’dan 3€’ya yükseldi. Cafélerin sosyal hayattaki yerini tekrar canlandırmak amacıyla Heineken bir vatandaş forumu oluşturuyor, çözümler aranıyor.
‘Paris, société de cafés’ (Caféler Toplumu Paris) kitabının yazarı sosyolog Monique Eleb cafélerin toplumsal rollerini kaybettikleri fikrine katılmıyor: ‘Geçmişte insanların geniş apartmanları yoktu, café bir anlamda salonları görevini görüyordu. Bugün halen insanlar köşedeki cafénin patronuyla muhabbet, garsonuyla şakalaşmaktan zevk alıyor. Üstelik caféler örneğin bir Malili, bir Cezayirli ve bir Kamboçyalının birlikte aynı masada oturduğu sosyal mozaiğin önemli bir parçasıdır.’ 
Peki 2004 yılından beri Paris’e yerleşen Starbucks gibi zincir caféler bu düşüşü hızlandırmış mıdır? Fransa Genel Müdürü ‘Biz rakipleri değiliz çünkü sunduğumuz farklı. Gelen müşteri kitlesi farklı. Alkol satmıyoruz. Müşterimiz istediği kadar oturabilir ve bedava wi-fi hizmetinden yararlanabilir’ diyor.
 
Suç sadece tüketicide mi? Tabii ki hayır. Cafélerin çoğunun kendilerine çeki düzen vermesi gerekiyor çünkü karşılamadan servise, rahat bir ortamdan, sunduklarına kadar çoğu toplumun gelişimine ayak uyduramamış. Örneğin 2007’de Fransa’da en çok tüketilen içecek diet kolayken cafélerin %60’ı bu içeceği satmıyordu! Sektörün profesyonelleri alkol karşıtı kampanyaların ve kapalı alanda sigara yasağının sorunu arttırdığını kabul etseler de cafélerin müşteri kaybetmesi dünden bugüne olan bir hikaye değil. Sadece içecek satarak ayakta kalmanın artık mümkün olmadığını belirten uzmanlar menünün mutlaka tapas tarzı minik yiyeceklerle desteklenmesi, müşteri memnuniyetine önem verilmesi gerektiğini, fiatları arttırmak için kadife koltuklar ve loş bir ışıklandırmayla ambalajı değiştirmenin yeterli olmadığını belirtiyorlar.

1990’lardan beri sektörün lideri olan Costes kardeşlerin mekanları özel bir dekorasyon ve modern bir menü sunuyor müşterisine. Başarının sırrı sorulduğunda Gilbert Costes hem mekanlara yeni bir ruh kazandırılması gerektiğini hem de personeli feminize etmenin şart olduğunu belirtiyor ve ekliyor: ‘20 yıl önceki gibi çalışmaya devam edemeyiz. Zevkler, trendler hızla değişiyor, kendilerini yenilemeyenler ayakta kalamaz.’

Kaynakça :
International Herald Tribune
Le Journal du Dimanche
Envoyé Spécial

17 Mayıs 2012 Perşembe

Ben Buyuyunce Cumhurbaskani Olacagim


Tarih 12 ağustos 1954. Fransa’nın Normandiya bölgesindeki Rouen şehrinde mutlu bir aile. Anne fabrikada sosyal hizmetli Nicole, baba KBB doktoru Georges ve abi Philippe küçük François’nın aileye katılmasını kutlar. François akıllı, uslu, kaprizsiz, yemek sorunu olmayan, her anne-babanın arzu duyduğu sevecen bir çocuktur. Okul yıllarında başarılı ve çalışkandır. Sol eğilimli annesi ve aşırı sağcı babası sayesinde evde politika her zaman gündemdedir. Annesinin sevgi dolu tutumu ve babasının hayata karşı karamsar tarzı François’nın geleceğe inanan iyimser bir kişilik geliştirmesini sağlar.

Aile 1968 yılında Paris yakınlarındaki şık burjuva banliyölerden Neuilly’ye taşınır. François Pasteur Lisesine devam eder. 1970’ler sinemada Italyan filmlerine ve müzikte özellikle Léo Ferré’nin sözlerine tutkun olduğu yıllardır. 1971’de hayran olduğu adaşı François (Mitterrand) Sosyalist Partinin başına geçer. Genç François henüz 17 yaşındadır ama politikayla içiçe bir öğrencidir, anarşist ruhlu ya da devrimci değildir ama politika sadece geçici bir tutku da değildir; tüm hayatını şekillendirecektir.

Fransa’nın en prestijli okullarından HEC ve Sciences Po’da okur. Askerlik başvurusu miyopluğu nedeniyle reddedilir. Oysa François kolay pes etmeyen, ısrarcı bir gençtir, askere kabul edilmeyi başarır. Dönüşünde eğitim hayatını ENA[1]’da sürdürür. Insanları biraraya getirmekte oldukça başarılıdır. Öğrenci delegeliği, sendika başkanlığı yapar. Aynı yıllar duygusal yaşamında da romantik yıllardır; okul arkadaşı Ségolène ile genç, modern, burjuva bir çift oluştururlar. 2’si kız, 2’si erkek dört çocukları olur. 1980 cumhurbaşkanlık seçimlerinde her ikisi de Mitterrand’ın kampanyasına destek verir, Jacques Attali’nin tavsiyesi ile Elysée Sarayına danışman olurlar.

1981 yılında Corrèze bölgesinde dönemin Paris Belediye Başkanı Jacques Chirac’a karşı milletvekili seçimlerine aday olur. Henüz 27 yaşında kimsenin ciddiye almadığı bu gencin Chirac’a meydan okuması açık bir provokasyondur. Seçimleri kaybeder ama yedi yıl boyunca mücadelesini sürdürür ve 1988’de bölgeden milletvekili seçilir. Ségolène de milletvekili seçilmiş, 1992’de Çevre Bakanı da olmuştur. Mitterrand, François’ya ‘size de sıra gelecek’ der, sabırlı olmasını ister.  

Yıllar birbirini kovalar. 1997’de Sosyalist Parti başkanı Lionel Jospin başbakan olunca partinin boşalan başkanlığına geçer ve 11 yıl gibi rekor bir süre partiyi yönetir. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hayat arkadaşı Ségolène Royal’i başkanlık yarışında destekler. Kişisel yollar ve hırslar 30 yıllık beraberliğin ardından çifti çoktan ayırmıştır ama politikada oyunu kuralına göre oynamak gerekir. Royal Sarkozy’ye karşı cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybeder.

Artık bir yol ayırımındadır. Ségolène’den ayrılır, Sosyalist Parti başkanlığını bırakır, özel hayatında gazeteci Valérie Trierweiler vardır. 15 kilo verir, gözlük modelinden giyim-kuşamına ‘look’ değiştirir. O’na insanları sevmeyi, empati duymayı ve ‘yararlı olma tutkusu’nu aşılayan çok sevdiği annesini 2009’da kaybetmek büyük bir şok, büyük bir hüzündür. Çift yazı Ispanya’da geçirir. Dönüşlerinde Paris’teki yeni evlerinin  dekorasyonu, banliyödeki evlerinin bahçe işleriyle ilgilenir, haftasonları uzun bisiklet turları yapar, futbol izler. Hayat durgunlaşmıştır, içinde büyük bir boşluk vardır. Uzun muhabbetlerine Valérie son noktayı koyar: ‘En iyi olduğunu düşünüyorsan bu işe soyunacaksın. Yok, senden daha iyisi var diye düşünüyorsan vazgeçeceksin.’ Karar verilmiştir, 2012 cumhurbaşkalığı seçimlerine Sosyalist Parti içinde aday olacaktır.

Partisinde bile ciddiye alınmaz, çevresinde onu destekleyen pek kimse yoktur. Üstelik parti içindeki rakibi herhangi biri değildir. Karşısında sondajların ‘Sarkozy’yi yenebilecek tek aday’ dediği eski ekonomi bakanı ve IMF başkanı, çok daha tecrübeli, çok daha karizmatik bir adam vardır ama kader ağlarını örmektedir. Dominique Strauss-Kahn’ın New York’daki otel odasında yaşadığı skandal François’nin en tehlikeli rakibini arenadan siler. 2011 ekiminde halk oylamasıyla Martine Aubry’ye karşı parti içi seçimleri kazanır ve Sosyalist Parti’nin cumhurbaşkanı resmi adayı seçilir. 

‘François küçükken hep ‘ben büyüyünce cumhurbaşkanı olacağım’ derdi, biz de güler geçerdik.’ diye kendisiyle yapılan bir röportajda anılarını anlatan, derinden bağlı olduğu annesi maalesef o günü göremez ama Sarkozy’nin ‘bir hiç’ diye ciddiye almadığı François Hollande 6 mayıs 2012 günü Fransa Cumhurbaşkanı seçilir.

Tüm seçim kampanyası boyunca kendisini Monsieur Tout-le-monde (halkın içinden ‘normal adam’) diye tanımlayan Hollande donanımlı, sempatik, iyimser, neşeli, dostluğa ve sadakate çok değer veren, dinlemeyi bilen, halkla içiçe, asla vazgeçmeyip tekrar deneyen, hayatta hiç birşeyi aceleye getirmeyip zamanı iyi kullanmayı tercih eden, önemli bir konuyu bile bir espriyle sulandırıp vakit kazanan bir adam olarak değerlendiriliyor. ‘Normal adam’ın gölgesinde kalmayı tercih eden ama hep yanında olan Valérie Trierweiler de ‘O’nda gördüğünüz herşey gerçek ve doğal; saklı-gizli bir Hollande yok’ diye tanımlıyor hayat arkadaşını…

Hollande politik hayatının başladığı kırsal Fransa’nın 15.000 nüfuslu Tulle kasabasında 6 mayıs akşamı yaptığı ilk teşekkür konuşmasında ‘bir gün bu seçimi hayal eder miydiniz sorusuna evet ederdim’ der. Bölgenin ünlü akordeonları eşliğinde ‘La Vie en Rose’[2]  şarkısıyla sevgilisinin kollarında zaferinin tadını çıkartır. Paris’in Bastille meydanına vardığında saatler gece yarısını çoktan geçmiştir. Kendisini saatlerdir bekleyen kalabalık halkı selamlayan Hollande yıllardır süren acıları ve yaraları sarmaya, ülkeyi tamir etmeye ve halkı biraraya getirmeye sözverir. Fransızlara ‘yeni bir umut’ olarak 15 mayıs günü devir teslim töreni ile ülkenin en üst politik mertebesine yerleşir.

Kendisiyle yapılan röportajda ‘yaptığınız değil, bundan sonra yapacaklarınız önemlidir’ diyen Elysée’nin bu yeni kiracısını hem ülke hem dünya çapında çok zor günler bekliyor. Önce haziran ayında meclis seçimlerinde çoğunluğu sağlamaya çalışacak hükümeti kuracak. Seçim meydanlarında söz verdiği ‘Değişim zamanı şimdi’ sloganına uygun ülkenin derin sorunlarını çözebilecek, işsizliğin önünü kesebilecek, ekonomiyi tekrar canlandırabilecek, Avrupa’da ağırlığını koyabilecek mi? Bunların hepsini önümüzdeki beş yıl içinde göreceğiz.

Yazi 16.05.2012 tarihli Salom gazetesinde yayimlanmistir.



[1] 1945 yılında Charles De Gaulle tarafından kurulan ENA(École nationale d'administration)’nın her yıl verdiği 110 mezundan %80’i Fransa yönetiminin en üst kademelerinde görev alır.
[2] Edith Piaf’ın meşhur şarkısı