16 Aralık 2010 Perşembe

BU NE BICIM MEMLEKET?

Le Parisien

Son 9 yıldır çok sık kullandığım bir cümledir bu… Hele geçen hafta, yaşam tamamen felç olunca artık pes dedim. Dünyanın beşinci büyük ekonomisi, insan hakları-özgürlükler beşiği, hijyen, standart, düzenleme konularında mangalda kül bırakmayan, sistemin tıkır tıkır işlediği sanılan FRANSA, 10 SANTIM KARA TESLIM OLDU!

Iki haftadır aşırı soğuk ve karla mücadele eden ülkede, geçen hafta Paris ve çevresi de nasibini aldı. Şehirdeki buzlanma nedeni ile otobüs seferleri iptal edildi. Taksi derseniz, en ufacık yağmurda bile çalışmayı bırakıp evlerine dönmeyi tercih eden taksiciler piyasadan silindi. Geriye kaldı metrolar: Kapasitesinin misli misli insan taşımaya çalışan metrolarda sinir katsayıları yükseldi, halk atıştı, bağırdı, çağırdı, itişti, kakıştı.

Haydi şehrin içindeyseniz bir şekilde evinize vardınız ama banliyöde oturuyorsanız trenlerin çoğu iptal edildi, otellerde yer bulunamadı. Arabalarıyla seyahet edenler gerekli tuzlama ve yol açma çalışmaları yapılmadığından 450 kilometrelik kuyruklarda mahsur kaldı, yüzlerce kaza oldu. Gece yarısı, halen 2 km yolu 8 saatte kat edememiş olanlar, çocuğunu okul çıkışı almaya ulaşamayanlar, benzini bitenler, aç-susuz geceyi arabasında uyuyarak geçirenler, buzlu kaldırımlarda düşüp yaralananlara yetişmekte zorlanan acil servisler, yollarda mahsur kalan ambulanslar, içlerinde diyalize/doğuma yetişmesi gereken hastalar…

Oysa gün içinde Içişleri Bakanı basına yaptığı açıklamada 5.000 polis, jandarma ve itfaiyecinin iş başında olduğunu belirtmişti. Oysa ne giden vardı, ne gelen, ne tuzlama arabaları, ne kar temizleme ekipleri, hiç bir şey.. Eşim gibi arabası kara saplananlar, kaygan buz üstünde 20 kilometreyi düşe kalka 5 saatte yürüyerek gece yarısı evlerine ulaşabildikleri için kendilerini şanslı saydılar. Ertesi gün, olayın gerçek boyutu basına yansıdı. Paris çevresinde 8.000 kişi evine varamamıştı. Görüntüler üçüncü dünya ülkelerini bile şaşırtacak cinstendi. Başbakan suçu Meteo France’a yükledi; halktan özür dilemesi beklenen Içişleri Bakanının ‘arabalarını olur olmaz yerlere bırakıp gidenlere trafik cezası kesilmemesi emrini verdim’ beyanı ‘el insaf’ dedirtti.

Diyeceksiniz ki çetin kış şartları nerede olsa aynı manzara, ama tekrarlıyorum: Paris’e 10-20 km. mesafedeki banliyölerden ve 10-20 santim kardan bahsediyoruz. Bir otobüs şöförüyle yapılan röportajda ‘otobüsleri hemen garajlara teslim etmemiz istendi’ sözleri durumu çok güzel özetliyordu. Zincir takma zahmetine bile girmeyen resmi araçlara zarar gelmesin de, halk ne yaparsa yapsın. Aynı halk devletin eksikliğini hemen sivil oluşumlarla kapatmaya, çoğunlukla da başının çaresine bakmaya programlıdır aslında. Kimi alışveriş merkezlerinin gece boyu sıcak içecek-yiyecek dağıtması, yatak satan bir işyerinin dükkanını halka açıp yatak, yorgan, yastık vererek misafir etmesi gibi...

Aslında zordur bu milleti anlamak… Günlerce grev ve yürüyüşlerden bıkmayan Fransız bazen de öylesine tepkisiz kalabilir ki: sinemaya girmek için neden dışarıda yağmur/kar altında saatlerce beklemek zorundayım diye sormaz; havalandırması olmayan derme çatma odalardan bozma tiyatrolarda taburelerde oyun izlemeye gık çıkarmaz; en yoğun saatlerde marketlerde niye sadece bir kasa çalışıyor ya da restoranlarda yaz sıcagında niye soğutulmamış bira/kola içmek zorundayım diye sorgulamaz.

BU NE BICIM MEMLEKET DEMEKTE HAKSIZ MIYIM SIMDI?





17 Eylül 2010 Cuma

FRANSA KAYNIYOR


Yaz ayları rehaveti gerilerde kala dursun, Fransız politik arenasında sular yine kaynıyor. Ağustos ayında Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin ‘90 gün içinde ülke genelinde oluşmuş 300 yasadışı kampın temizleneceği’ ve gayri resmi yaşayan yabancıların ülkelerine geri gönderileceği açıklamasından sonra polis sert önlemler aldı. Daha sonra genelgede özellikle ‘çingene kampları’na vurgu yapılmış olması skandalın başlangıcı oldu. Doğu Avrupa, özellikle Romanya ve Bulgaristan vatandaşı Romanların AB vatandaşlığı ve serbest dolaşım hakları olduğundan sınırdışı edilmeleri mümkün değil ama Fransa’da 3 aydan fazla kalmak istediklerinde çalışma izinlerinin olması gerekiyor. Yabancı Romanlara önerilen ‘gönüllü olarak geri dönüş’.. Yani devlet hem uçak biletlerini ödüyor hem de yetişkinlere 300 euro, çocuklara 100 euro ‘cep harçlığı’ vererek ülkelerine geri gönderiyor. Tabii ki sorun çözülmüyor. Ülkesinde iş bulamayan, ailesini geçindiremeyen, mutfağında tencere kaynamayan insan tekrar geri dönüyor. Çoğunun belirttiği gibi ‘yasadışı olsa bile Fransa’da yaşam Romanya’dan daha iyi’.

Bu karmaşa içinde polisin şerrinden Fransız vatandaşı Romanlar da kurtulamadılar. Kendilerinin yabancılarla karıştırıldıklarından dert yanan Fransız Romanlar, politik bir çekişmenin içinde yer almak istemediklerini beyan ettiler: ‘Bizi sağ, sol politikaları ilgilendirmiyor, tüm istediğimiz karavanlarımızı park etmek ve işimize geri dönmek. Biz yabancı değiliz; biz Fransızız’.

Geleneksel olarak spor sahalarına yerleşen Romanlar, bu yaz yer bulmakta çok zorlandılar. Bordeaux’da polis engeliyle karşılaşan 250 karavanlık gruba, şehrin belediye başkanı, eski başbakanlardan Alain Juppe ‘spor sahalarının halkın spor ihtiyacı için olduğunu, karavanları şehrin içine kabul etmelerinin mümkün olmadığını’ bildirdi. Gruba tahsis etmeyi önerdiği endüstriyel bölgeyi, Romanlar hava kirliliğini öne sürerek, kongre merkezi parkını ise aşırı sıcak olduğundan reddettiler. ‘Juppe gelsin, asfalt üstünde bu sıcakta bir haftasonu geçirsin, belki bizi anlar’ diyen grup önce Garonne nehri üzerinde bir köprüyü bloke etti, sonra izin için mahkemeye gitti ama talepleri reddedildi. AFP’in Roman Derneği başkanı Dubois ile yaptığı röportajda ‘Normalde mahkeme kararı iki saat içinde çıkar ve yerleşiriz ama Juppe küçük bir kasaba başkanı değil. Ciddi hayal kırıklığına uğradık, vazgeçmek zorundayız, asla şiddet istemiyoruz, burada çocuklarımız var. Ama böyle devam ederse organize olup karavanlarımızla Paris’e, Champs Elysees’ye çıkacağız.’ dedi.

Azınlık ve göçmen eşittir potansiyel suçlu söylemiyle şimşekleri üzerine çeken hükümet, ırkçı ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı ile suçlandı; hem uluslararası insan hakları dernekleri, hem Fransız muhalefeti, hatta Vatikan’dan bile eleştiri aldı. Dışişleri Bakanı sözcüsü Bernard Valero yaptığı açıklamada ‘Fransız otoritelerinin yasadışı kampları kaldırılması için aldığı önlemler Avrupa Birliği kurallarına tamamen uygundur ve AB vatandaşlarının dolaşım özgürlüğünü hiç bir şekilde etkilememektedir’ dedi. Göçmen Bakanı Eric Besson France 2’ye verdiği röportajda ‘Fransa, Avrupa’da yabancı, özellikle yasaya aykırı durumdaki yabancıların haklarına en çok saygı gösteren ülkelerdendir. Geçen yıl 170.000 kişiye uzun süreli oturma izni verdik. ABD’den sonra dünyada en çok siyasi sığınma hakkı veren ikinci ülkeyiz. Kimse bize ders vermesin’ dedi. 9 eylülde Avrupa Parlamentosu solcu, liberal ve yeşillerin önerisini 245’e karşı 337 oyla kabul etti. Bağlayıcı olmayan karar Paris’ten, Romanların sınırdışı edilmelerinin durdurmasını talep ediyor. Karar ertesi ‘politik diktaya boyun eğmeyeceğiz’ diyen Bakan Besson, Brükteş’te görüşmeler yaptı. Dün Sarkozy ile Barroso atıştı, bugun Fransız medyası Sarkozy’nin tavrını sert dille eleştirdi.
***
Roman tartışmaları süregelirken yaz tatilinden dönen Fransızlar ayaklarının tozuyla sokaklara döküldüler. Toplu taşıma araçları, havaalanları, postaneler, okullar grevde… Konu mu ne? Emeklilik Sistemi. Hükümet tarafından önerilen değişiklik, emeklilik yaşının 60’dan 62’ye çıkarılması. Reform gerekliliğinin temeli tabii ki bütçe açıkları, Sosyal Sigortalar Kurumunun büyük ‘deliği’. Ortalama yaşam süresinin uzamasıyla beraber yakın gelecekte çalışan nüfusun, emekli nüfusun aylıklarını ödemesi mümkün değil. AB içinde en yüksek borçlu ülkelerden biri olan Fransa’da bütçe açığı AB’de öngörülenin neredeyse 3 katı. Duvara çarpmaya adım adım yaklaştıklarını bildikleri ve özellikle gençler sisteme inançlarını tamamen yitirmiş oldukları halde kazanılmış haklarından asla vazgeçmek istemeyen Fransızlar, bu iki yıllık ertelemeye şiddetle karşı çıkıyorlar.

7 eylülde sendikaların önderliğinde sokaklarda uzun kortejler oluşturan devlet memurlarına bu sefer özel sektörden de güçlü katılım ve destek geldi. Nüfusunun %80’i 64 yaşın altında olan ülkede emeklilik konusunun herkesi yakından ilgilendirdiği ortada. Üstelik meşhur ‘solidarité’ (dayanışma) kavramı çok önemlidir bu ülkede…

Reform önerisinin mimarı Çalışma Bakanı Eric Woerth. Hani şu son üç aydır Bettencourt olayı ile adı anılan bakan… Fransa’nın en zengin kadını unvanlı L’Oreal’in sahibi Liliane Bettencourt’la çıkar ilişkisi, yasadışı parti ve seçim kampanyası finansmanı konusundaki polemik, üstelik bütçeden sorumlu bakan olduğu dönemde eşi Florence Woerth’un Bettencourt’un servetini yöneten şirkette çalışıyor olması konuları son aylarda mercek altında. Hem muhalefetteki sosyalistler hem medya bu skandalının peşini bırakmaya niyetli değil. Woerth ise tüm baskılara rağmen Sarkozy’nin de desteğiyle istifa etmiyor ve emeklilik rejimini iyileştirme misyonunu sonuçlandırmadan koltuğundan ayrılmak istemiyor.

Geçen haftaki protesto yürüyüşlerinde oluşan kortejlere rekor seviyede 2.5 milyon Fransızın katılımı sendikaların yüzünü güldürdü, ellerini güçlendirdiyse de sokaklardaki kalabalığın hükümetin geri adım atmayacak gibi görünen sert duruşunu nasıl etkileyeceği merakla bekleniyor. 15 Eylülde parlamentoda oylanan yasa aynı gün yine sokaklarda kalabalıklar tarafından protesto edildi, 23 eylül için de genel grev planlanmış durumda.

Woerth davası nasıl sonuçlanacak? ‘Elysees Sarayı’ yargıya baskı uygulamakta mıdır? Gelişen sosyal krizin her an politik bir krize dönüşmesi olası mıdır? Başbakan Fillon çok yakında gidici midir? Avrupa Fransa’yi izole mi ediyor? Bakalım önümüzdeki günler Fransız siyasetinde daha başka nelere gebe olacak?


 


20 Ağustos 2010 Cuma

Aşkların Şehri PARIS


Norbert Glanzberg’i tanır mısınız? Hayır mı? Ya ‘Padam Padam’ dersem? Peki ya aşkların şehri PARIS’le ilişkisi…?

Norbert Glanzberg’in adı çoğu kimseye tanıdık gelmese de Padam Padam’ın yanısıra onlarca efsane fransız chanson’unun yaratıcısı olduğunu bilmeden tanıyoruzdur aslında bu ünlü ünsüzü…


Yirminci yüzyılın en büyük kompozitörlerinden biri olan Norbert Glanzberg’in hayatı ve bestelerinden oluşan bir müzikale ev sahipliği yapıyor Paris bu yaz: Padam Padam. Daha once Judy Garland’ın anısına sahnelenen ‘Une Etoile et Moi’(Bir Yıldız ve Ben) müzikalinden tanıdığımız Isabelle Georges, adı çok duyulmamış ama dillerden düşmeyen bestelerin yaratıcısı bu sanatçının hikayesini anlatıyor oyununda. Georges’un o duru sesine, üç müzisyen- piyanoda Frederik Steenbrink, kontrbasda Jerome Sarfati ve gitarda Edouard Pennes- eşlik ediyor.

Küçük Norbert bir yaşındayken, doğduğu Polonya’dan Bavyera’ya taşınır ailesiyle... Üç yaşında annesinin hediye ettiği armonikayı çalmaya başlar. Dört yaşında ilk kez gittiği sinemada ilk filmini izler. Film sessizdir ama bir orkestra, filme eşlik etmektedir. Sinema salonunda kalbi küt küt atan Norbert dili döndüğünce annesine sorar: ‘Anneciğim, müzik neden hem gülüyor, hem ağlıyor?’ Karar o an verilmiştir: Müzik, hayatının ta kendisi olacaktır.

Oniki yaşında Wurzburg konservatuarına girer. Kısa zamanda koro şefi olur, film müzikleri yazmaya başlar. 1930’ların Almanyasında yükselişe geçen faşizm nedeniyle Yahudiler için yaşam zorlaşmaktadır. 1933 yılında Goebbels, Nazi partisinin gazetesi ‘Der Angriff’de, Glanzberg’i ‘dejenere yahudi sanatçı’ diye nitelendirir ve sanattan men edilmesini emreder. Norbert için ülkesinden ayrılmaktan başka çare kalmamıştır. Paris’e kaçar. Kendisi gibi sürgün jazz manouche/gypsy jazz’ın babası sayılan Django Reinhardt’la tanışır, bal musette’lerde(akordeonlu danslar) çalışmaya başlar, ünlü şarkıcı Lys Gauty için besteler yapar.

Fakat Nazi ayak sesleri Fransa’da da peşini bırakmaz. 1940’da güney Fransa’daki ‘zone non occupée’(işgal edilmemiş bölge)ye yerleşir. Chansons pour Piaf: Norbert Glanzberg, toute une vie 1910-2001 (Piaf için Şarkılar: Norbert Glanzberg, Bir Hayat)* adlı biyografisini kaleme alan Astrid Freyeisen’in da belirttiği gibi Almanya’nın Fransa’yı işgaliyle tehlikeli bir saklambaç başlar Norbert için: Nice, Marsilya, Antibes... Savaş yılları, baskınlar, kaçışlar, gizlenmeler, sahte kimlikler, tutuklanmalar, hakaretler, küçük düşürülmelerle dopdolu geçer. Hayatta kalabilmeyi müzisyen arkadaşlarına, Eluard, Prévert, Aragon, Triolet, Juillard gibi tanıştığı dönemin entellektüel direnişçilerine ve kısa bir aşk ilişkisinin ardından güçlü bir dostluk kurduğu Edith Piaf’a borçludur. Bir de müziğinin gücüne…

1945’de özgürdür artık. Charles Trenet ve Tino Rossi ile turnelere çıkar. 1948’de Henri Contet’le yazdığı Padam Padam şarkısı Edith Piaf tarafından seslendirildiğinde, şarkı bir anda aşkın uluslararası marşı oluverir. 1952’de Yves Montand, Moi j'm'en fous ve Les grands boulevards’ı, yine Piaf, Mon manège à moi’yı seslendirir. Maurice Chevalier, Henri Salvador, Jean Bretonnière, Éliane Embrun, Anny Flore, Dario Moreno, Luis Mariano, Francis Lemarque, Pétula Clark, Dalida, Mireille Mathieu için unutulmaz şarkılar besteler.

Ardından gelen rock'n roll/yéyé dönemi, müzikhol kariyerine son verse de ileriki yıllarda çocukluk aşkı klasik müziğe geri dönüş yapar. 1983’de Der Tod ist ein Meister aus Deutschland (Death is a Master from Germany) adlı şiir koleksiyonunu okuduktan sonra aralarından 12 tanesini seçerek Holocauste Lieder’i besteler. Şiirler, nazi kamplarına sürülen ve çoğu can veren Yahudiler tarafından yazılmıştır. 1985’de Nobel ödüllü Isaac Bashevis Singer’in romanlarından ve annesinin şarkılarından esinlenerek daha taze ve hafif melodilerle dolu La Suite Yiddish konçertosuna imza atar.

Ölümsüz eserleriyle 1910 doğumlu müzisyene, doğumunun 100. yılında büyük bir saygı duruşudur ‘Padam Padam’... ve 50’lerin en güzel şarkılarını üretmesine ortam oluşturan Paris’e aşkla ithaf edilmiştir. O Paris ki aşkların ve aşıkların şehridir zaten…

***

Bu yaz Paris’e bir saygı duruşu da Hotel de Ville’deki Paris d’Amour sergisi… Sergi, kişisel tarihlerini ışıklar şehrinin tarihiyle birleştiren, aşkların bu en güzel sahnesinde ‘ölüm bizi ayırıncaya dek’ yeminini eden çiftlerin hikayesini şiirsel fotoğraflarla bezeyen bir ithaf. Tüm fotoğraflar Gérard Uféras imzalı. Uféras, 2 yıl boyunca birbirlerine evet demek için Paris’i seçen 70 çiftin yaşamlarına giriyor; nikah öncesi, sırası, sonrasında fotoğraflarıyla onları ölümsüzleştiriyor ve farklı kültür, gelenek, cemaat, nesillerden gelseler de ortak noktaları ‘aşklarını Paris’te yaşamak’ olan bu çiftlerin mutluluk, coşku ve heyecanlarını görüntülediği olağanüstü bir mozaik oluşturuyor.

Paris Belediye Başkanı Bertrand Delanoë, sergiyle ilgili sözlerinde: ‘Paris d’Amour sınırsız, dinsiz, ırksız bir insanlık dersidir. Paris’in kimliğini oluşturan özelliklerden biri aşkın özgürlüğüdür, birlikte yaşama mutluluğunun vitrinidir. Biz Paris’te renkleri silmiyor, birleştiriyoruz.’ diyor.

Adları Vildan-Gökhan, Moun-Eunju, Manjula-Bruno olsun Türk, Fransız, Italyan, Japon, Amerikalı, Koreli, Senagalli, Kamerunlu farketmiyor. Farklı renk, ırk, inanç, milliyet, kültür, kök ya da yaşam parkurları… hepsi aşk karşısında önemini yitiriyor. Sizleri, çiftlerin birlikteliklerini ve Paris’i anlatan cümleleriyle başbaşa bırakıyorum.

Birlikte bir projemiz var: Birbirimizi sevmek…

Paris’te herşey birbirine karışıyor: Bizim sokakta Italya’daymış gibi hissedebilirsiniz kendinizi… Köşedeki bar Çinli, komşularımız ramazanı kutlar, az ilerdeki Kamboçya restoranında haftada bir akşamları yemeğe gideriz, yol üstünde boubous’lu(Afrikalıların giydiği etnik kıyafet) kadınlarla selamlaşırız. Burada dünyayı paylaşıyoruz.

Evlilik çok samimi bir kutlamadır, etraf çok kalabalık olsa da..

Bir film gibiydi ama gerçek hayattı

Paris’te her semtin kendine özgü havası vardır, tek kelimeyle büyülü!

Paris’te ikimizin de aynı rüyası vardı: Aşka rastlamak!

Size uygun ayakkabıyı bulduğunuz an, yola onunla devam edersiniz

Liberté, égalité, fidelité (özgürlük, eşitlik, sadakat)!




Yazı, 18.08.2010 tarihli Salom gazetesinde yayımlanmıstır.




30 Haziran 2010 Çarşamba

Yahudi-Musluman Dostluk Otobusu Ulke Turunda


Le Tour de France (Fransa Turu) her yıl Temmuz ayında Fransa’da gerçekleşen, turun sonunda bisikletçilerin Paris’teki Avenue des Champs-Elysées’ye vardığı finalle sona eren büyük spor olaylarından biridir. Nedir Le Tour ya da diğer adıyla La Grande Boucle? Yıl:1903 Dergiler arası rekabetin güçlü olduğu bu dönemde Auto dergisinden gazeteci Géo Lefèvre ve editör Henri Desgrange bir bisiklet yarışması düzenleme fikri ortaya atarlar ve altmış bisikletçinin katılımı ile ilk yarışma gerçekleştirilir. Yıllar içinde halk yarışı çok benimser. Yarış diğer ülke bisikletçilerine açılır ve bisiklet dünyasının en prestijli organizasyonu halini alır. Giro d'Italia ve Vuelta a España da benzer yarışmalar olup dünya bisikletinde ‘3 Grand Tours’(Üç Büyük Tur)u oluşturur.

Yarışma için Fransa’da ve sınır ülkelerde her yıl ikiyüzün üzerinde şehir, turun geçişi için adaylığını koyar. Bu rekabete, özellikle kasaba, köy gibi küçük yerleşimlerin ve dağların üç hafta boyunca spotların altında olması, yarışın ekonomik boyutunun genişliği de düşünülünce, şaşmamak gerekir. 3.500 kilometrelik parkurda günde ortalama 160-200 km arasında pedal çevrilir. Sadece iki dinlenme günü olan yarışma boyunca 21 etap ve her etabın birincisi belirlenir; genel klasmanın lideri yarışmanın amblemi olan maillot jaune (sarı mayoyu) giyer ve bir sonraki yarışmaya bu mayoyla çıkar. Son yıllarda doping muhabbetleri yarışmanın prestijini çok yaraladıysa da bu yıl da Le Tour büyük bir heyecanla beklenmekte...

Peki Fransa Turunun Yahudi-Müslüman dostluğuyla ne ilgisi var? Anlatayım: Paris yakınlarındaki Ris-Orangis kasabasının hahamı Michel Serfaty 2004 yılında, banliyö ve ertesinde antisemit olayların artış gösterdiği dönemde, Yahudi-Müslüman yakınlaşması fikrini ortaya atar. Ilk başta imkansız gibi görünen girişim, iki dinden 20 kişiyi bir masa etrafında toplamak ve diyolog başlatmakla start alır. Ardından her iki dinin cemaat kurumlarını bu tutkulu projeye ikna etmek ve fon toplamakla devam eder. Serfaty’yi hiç bir engel yıldırmaz, 2004 kasımında Paris’te dernek kurulur, ilk toplantılarında her iki cemaatin mensupları kültürlerini, danslarını, şarkılarını, yahudi derneklerin hazırladıkları kaşer sandviçleri, müslüman derneklerin tatlılarını sofra etrafında paylaşır. Ilk Le Tour de France de l’Amitié judéo-musulmane (Yahudi-Müslüman Dostluğu Fransa Turu) da 2005 yılının yazında ülke çapında otobüsle gerçekleştirilir.

Dernek, bu yıl 30 mayıs- 4 temmuz arasında turun altıncısını düzenliyor. Bu yılki girişimlerini şöyle özetliyorlar: ‘Beş yılın ardından AJMF tekrar yolları arşınlamak zorunda çünkü hedefine halen ulaşmış değil. Bu dernek, bir yandan kültürlerarası yakınlaşma, yahudilerle müslümanların karşılıklı birbirlerini daha iyi tanımaları, diğer yandan ırkçılığa karşı mücadelenin ve şans eşitliğinin sağlanması amacıyla aksiyonunu sürdürmek zorunda.’

Paris’ten yola çıkan mavi-beyaz-kırmızı boyalı, üzerinde ‘Yaşasın Fransız Yahudi ve Müslüman dostluğu’ yazan dostluk otobüsü Lille, Strasbourg, Bordeaux, Marseilles, Nice, Lyon gibi büyük şehirlerin yanısıra küçük yerleşimlere de uğrayarak o bölgenin cemaat yetkililerini, din adamlarını, politikacılarını, derneklerini biraraya getiren toplantılar, tartışmalar, film gösterimleri yapmakta; sergiler açmakta, sosyo-kültürel merkezlerde, belediyelerde, okullarda, pazar yerlerinde, tren garlarında, sokakta hatta hapishanelerde aktiviteler düzenlemekte...

Bu otobüsün köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir kattettiği parkur, hem eğitici hem fikir teatisi açısından çok önemli. Turun yanısıra, gençler arasında spor turnuvaları, konserler, tartışmalar, tiyatro geceleri, arkadaşlık yemekleri düzenleyerek diyalog tesis etmek, yaşam tarzlarını, geleneklerini, ortak sorun ve kaygılarını paylaşmak, iki cemaat arasında birbirini tanıdıkça farklılıkların yanısıra bir çok ortak paydanın birleştiriciliğini keşfetmek için mükemmel bir fırsat yaratmakta...

Bu girişimi başlatmadan beş ay önce iki Arap gencin antisemit saldırısına maruz kalmış olan Haham Serfaty’nin konuşmasında dediği gibi: ‘Ilk günden bu yana hep birlikte dini geleneklerimizi ve tarihlerimizi keşfetmek en büyük tatminlerimizden biri oldu. Bu operasyon, ülkemiz Fransa’da, korkusuzca birlikte yaşamaya devam etmek için her iki tarafa da gereken güveni verdi. Diyalogun gücüne inanmayı sürdürmek şart. Birbirinizle el sıkışmak, gülümsemek yeterli değil, gerçek bir arkadaşlık kurabilmek gerek. AJMF henüz çok genç bir oluşum ama inanıyorum ki her birinizin kalbinde önemli bir yer tutmaya başladı bile.’ Dönemin Fırsat Eşitliği Bakanı Azouz Begag: ‘Gözümün önünde hayalini kuruyorum: Aynı şehirde, aynı sokakta, bir sinagog karşısında bir cami inşa edilmiş- ne muhteşem bir hedef!’ Paris Camii imamlarından Mohammed Azizi: ‘Bazen gözlerinde nefret görüyorum gençlerin, bazense ‘yaptığınız ne güzel’ diyen gülen gözleri... gelecekte çok daha güçlü karşılaşmalar olacak. Her iki taraftan da korku duyan kişiler, yavaş yavaş birbirlerini tanımayı ve sevmeyi öğrenecekler.’

Bir mesajın hedefe ulaşması için çok zamana ihtiyaç var- önce işitmek, sonra dinleme isteğini oluşturmak lazım. Göle maya çalmak ya da deniz yıldızlarını tek tek kurtarmak misali belki ama diyalog isteği arttıkça antisemit ve antimüslüman önyargılar yıkılacak. Tabii ki gidilecek çok uzun bir yol var, çok sabıra ve sağduyuya, daha onlarca, yüzlerce ‘tura’ ihtiyaç var. Ama Haham Serfaty ve Imam Azizi’ler var oldukça, inanmayı sürdürdükçe, umut büyüdükçe, her küçük adım büyük izler yaratıp düşmanlıkların yerini dostlukların alacağı yarınları oluşturacağına inanmak istiyorum.

Çok mu naïf buldunuz? Ne derseniz deyin ama bir gün mutlaka...


NOT: Fransa, Avrupa’da en büyük Müslüman ve Yahudi cemaatlerinin birlikte yaşadıkları ülke. Resmi olmayan rakamlara göre ülkede 5 ila 6 milyon Müslüman, 500 ila 600 bin Yahudi yaşamakta.


Yazı, 16.06.2010 tarihli Salom gazetesinde yayımlanmıştır.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Gaziantep'teydim...



Herşey, mart ayında yemek yazarı, Mutfak Dostları Derneği II. Başkanı sevgili Sevim Gökyıldız Hanım’ın telefonuyla başladı: ‘Sibel, Fransa'da Türkiye Mevsimi kapsamında Fransa’dan yemek yazarlarını Gaziantep’e götüreceğiz, sen de katılmak ister misin?’ Tabii ki sevinerek dedim, böyle bir firsat kaçırılır mıydı?

Güneydoğu Anadolu bölgesinin en büyük, Türkiye’nin 6.büyük şehrine gece yarısı vardık, Tudyalı Konak Otele yerleştik. Otel, tarihte Ermenilerin yoğun yaşadığı Hayıktepe diye anılan Tepebaşı mahallesinde yer almakta ve tipik Antep evlerinden oluşmakta. Son yıllarda şehrin kültür mirasının özgün kimliğine kavuşturulması amacıyla Bey Mahallesi gibi projelerle evler, sokaklar restore edilmekte. Daracık ve dolambaçlı sokakları süsleyen eski Antep evleri, yumuşak kalkerli kesme taşların sanata dönüştüğü, sanki büyük bir kayadan oyulmuş etkileyici bir mimariye sahip. Büyük avluların olduğu bu evlerde yemeklerin piştiği, çamaşırların yıkandığı, çocukların oynadığı iç avlulara ‘hayad’ adı verilmekte, ‘tudya’ da bu özgün evlerin çatısını kaplayan metalin adı.

Gaziantep Gurme Turu ertesi sabah Orkide Pastanesindeki kahvaltıyla başladı. Kahvaltı deyince şimdilerde ayağa düşmüş ‘köy kahvaltısı’ adı altında sunulan ıvır zıvır gelmesin aklınıza. Kahkeden nohut dürümüne, maş piyazından ham ceviz reçeline, tırnaklı ekmekten ciğer kebabına muhteşem bir şölen. Sıra geldi katmere… Katmer, Gaziantep’de kahvaltılarda yenilen inanılmaz bir lezzet küpü, gözlemeye benzeyen hamuru incecik açmadaki maharet, o fıstık-kaymak karışımı ağzınızda erirken ulaştığınız haz– önünde saygıyla eğilmek geliyor içimden… Saat 11:30 gibi sona eren kahvaltının sonunda ‘birazdan öğle yemeğine bekliyorlar’ sözleri önümüzdeki günlerde de programın aynı şekilde devam edeceğinin ilk sinyaliydi!

Zengin çeşidiyle Türk yemek kültüründe ayrıcalıklı bir yere sahip olan Antep mutfağının geleneksel mutfak malzemelerini, sofra düzenini, saklama şekillerini görebileceğiniz Türkiye’nin ilk ‘Mutfak Müzesi’ olan Emine Göğüş Mutfak Müzesi, gurmelerin ilk durağı olmalı.

Ya o baklava atölyesi? Koçak Baklavanın atölyesini ağzımız açık gezdik, baklavanın ustalık gerektiren incelikli üretim aşamalarını hayretle izledik, sadece nem oranının bile baklavanın tadını nasıl değiştirdiğini, gün içinde satılmayan baklavanın ertesi gün tezgaha çıkmadığını öğrendik. Ustalari, o mükemmel tereyağ ve antepfıstığı beraberliğinin ürünü özel kare baklavanın hafif ılık yenilmesini tavsiye ediyorlar, aklınızda bulunsun.

1885 yılında Halep Valisi Cemil Paşa’nın emriyle inşa edilen Şire ve Yemiş Hanlar ceviz, fıstıklı sucuk, üzüm, incir, pestil gibi yöresel ürünlerin satıldığı bir borsa olmanın yanısıra Ipek Yolu üzerindeki en büyük kervansaraylarından biri olarak hizmet vermiş. O akşam hanın içindeki Sahan Restaurant’da bir enfes ziyafet daha bizleri bekliyordu. Önden mezeler, arada buharda pazı sarma, ardından kebaplar ve tatlılar…

Patlıcan, soğan, sarımsak, simit, ciğer kebapları, alinazik, nisan-mayıs aylarında yenidünya kebabı, tam mevsimine denk geldiğimizden tatma şansına sahip olduğumuz keme (yörede yetişen bir tür mantar) kavurma, mutfağın asları ama Antep mutfağı sadece kebap ve baklavadan ibaret değil. Tencere yemekleri, köfteler, tavalar, kavurmalar, dolma ve sarmalar, mezeler (zahter piyazına, bademli pazıya, kiremitte antep peynirine bayıldım), öyküsü dillere düşmüş Ezogelin çorbası, Imam Çağdaş’da yediğimiz yaz, kış ve söğürmeli lahmacunlar, Bayazhan’nın ekşili taraklığı(ayvalı), ayrıca firik pilavı, içli köfte, bayramlarda yenen yapımı zahmetli yuvalama, küşleme, şiveydiz gibi özgün yemekler, dolama, zerde, kuymak, ağızlı kadayıf gibi tatlılar şehrin gastronomisinin haklı şöhretini ispatlamaya yeter de artar.

Geziye katılan yazarlar Antep mutfağından oldukça etkilendiler, Antep misafirperveliğinden de… Çoğu zaman yemeklerin çeşidine şaşırdılar, yemeğe ‘entrée-plat-dessert’ üçgenınde alışmış olan Fransızlar nerede giriş bitiyor, nerede ana yemek başlıyor pek anlayamadılar! Dünyanın en ünlü sommelier’inden Annie Crouzet bölgede şarap üretiminin yeterince gelişmemiş olmasından biraz hayal kırıklığına uğradı ama son akşam tatması için getirilen yöresel şaraplar kendisini mutlu etti.

Antep’te yeme içmenın yanısıra zengin bir kültür mirası, büyüleyici bir tarihi doku var: Bayazhan Kent Müzesinde yöresel el sanatlarından gümüş ve sedef işlemeciliği, bakırcılık, kalaycılık, yemenicilik, kutnu dokumacılığı, kilim ve halıcılık, baklavacılık tanıtım filmleri ile sunulmakta, şehrin coğrafi, kültürel, sanatsal yönleri canlandırılmakta.

Gaziantep kalesi içinde yer alan Kahramanlık Müzesi, Kurtuluş savaşında verilen mücadelenin anlatıldığı bir müze olarak düzenlenmiş. Şehir bu eşsiz kahramanlığı nedeniyle 1921’de Gazi unvanını almış. Medusa Cam Eserler Müzesi’de sergi salonlarının yanısıra Midyatlı Süryani usta Andreas Gürkan’ın telkari çalışmasını hayranlıkla izledik. Zeugma(Belkıs) Mozaik Müzesine çok kısa zamanımız kalmıştı, zevkle gezdik dünyanın bu ikinci önemli mozaik müzesindeki eserleri; hele Antep’in simgesi haline gelen Çingene Kız mozaiği nefes kesici…

Antep’e gidip de Bakırcılar Çarşısını ziyaret etmemek olmaz. 8 sokak ve 280 dükkandan oluşan çarşıda tarihin içinde yol alırken beşyüzyılı aşkın geçmişe sahip olan, babadan oğula aktarılan ve halen geleneksel yöntemlerle üretilen bakır ürünlerine ve diğer yöresel el sanatlarına hayran kalıyorsunuz. Kurutulmuş patlıcandan nar ekşisine, salçadan pulbibere, fıstıktan meyan köküne alışverişleriniz için de Almacı Pazarını es geçmeyin.

Gezimiz sırasında bizleri makamlarında kabul eden Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey’e, Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Mehmet Aslan’a, gezimizin mükemmel geçmesi için en küçük detayla bizzat ilgilenen, kusursuz organizasyonun mimarı Kültür Müdürü Sema Marangoz olmak üzere emeği geçen herkese çok teşekkürler. Yörenin tadı öylesine damağımda kaldı, Anteplilerin yemek kültürlerine sahip çıkmalarından öylesine etkilendim ki hem farklı kültür ve inançlara ev sahipliği yapmış bu şehri ve özel mutfağını daha iyi tanımak, hem de daha iyi tanıtmak amacıyla tekrar tekrar geri döneceğimden eminim.

Gelecek yazılarda tekrar Paris'ten esintilerde buluşmak dileğiyle sağlıcakla kalın, ajandanıza mutlaka bir Gaziantep ziyareti planı eklemeyi ihmal etmeyin!


Yazi, 21.04.2010 tarihli Salom gazetesinde yayinlanmistir: www.salom.com.tr