24 Aralık 2008 Çarşamba

Bir yıl daha bitiyor…


Bir yıl daha bitiyor…

Yine takvimlerimizi değiştirme vakti yaklaşıyor...

Her yıl hep aynı klişeleri söylüyor, diliyor, yazıyoruz; sanki 31 aralık gece yarısı bir mucize olacak veya 1 ocak sabahı yepyeni bir dünyaya yeniden doğacağız. Tabii ki yok öyle bir şey ama nedense hepimize yeni bir başlangıç yapma fikri hoş geliyor...Dün kuzenimin Amerika'dan gönderdiği gastronomi kitapları gibi...

Yeni bir kitabı elinize aldığınızda nefesiniz kesilir mi? Benim evet! Hele o kapağını okşamak, burnuma götürüp kokusunu içime çekmek, sayfalarını çevirirken sesine kulak vermek, varsa fotoğraflarına bakıp hayallere dalmak...

Işte 1 Ocakta yeni ajandamı açtığımda(evet, halen defter olanları kullanıyorum, iflah olmaz bir nostaljiğim çünkü) ve ilk notlarımı yazdığımda benzer duygular hissederim. Sanırım yeni bir sayfa açma fikri hepimizin hoşuna gidiyor. Hele yılın son saatlerinde çözemediğimiz, işin içinden çıkamadığımız sıkıntılardan bir nebze kafamızı kaldırmak, sevdiklerimizle güzel bir sofra etrafında toplanıp hoşbeş etmek, biraz müzik, biraz dans, kafalar dumanlandıkça ve muhabbet koyulaştıkça Türkiye'yi hatta dünyayı kurtarmak...

Hepimizi zor bir yıl bekliyor. Çoğumuz o veya bu şekilde ekonomik gelişmelerden etkileneceğiz. Umuyor ve diliyorum ki içinde bulunduğumuz bu kriz dönemi bir firsat dönemine dönüşsün. Sağlık, hoşgörü, sevgi ve en önemlisi umudumuzu asla yitirmeyelim. Nazım’ın dediği gibi:

Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz,
Işıklı maviliklere…
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler…

2009'da söylenecekler hiç tükenmesin ki çiziktirmeye devam...

18 Aralık 2008 Perşembe

Ağır konular, hafif konular



Insan hakları beyannamesinin üzerinden 60 yıl geçmiş, insan hakları dünyanın gözü önünde tüm ülkelerde çiğneniyor.
Her gün iş yerleri kapanıyor, çalışanlar mecburi izne gönderiliyor, işsizler ordusu artıyor.
Trenler günlerdir grevde, liseliler sokaklarda yeni lise kanuna karşı yürüyor…
Fransa’da iş kurma formalitelerini azaltacak, ekonomiye ivme kazandıracak ve «devrim» sayılabilecek bir kanun çıkartılıyor ama heryerinden kırpıp kırpıp öylesine engeller ekliyorlar ki kimin işine yarayacağı belli değil…
Her hafta evsiz insanlar sokak köşelerinde, ormanlık arazilerde kurdukları derme çatma çadırların içinde ölü bulunuyorlar…
Geçen gün Printemp mağazasının içinde beş tane dinamit bulunuyor, mağaza boşaltılıyor, Paris yetkilileri alışveriş merkezlerinin en sıkı korunan, en güvenli yerler olduğunu beyan ediyor oysa adamlarda terörism nosyonu yok ki! 1995 St Michel olayından bu yana bir şey yaşamadık diye böbürlenip duruyorlar. Üstelik hiç bir yere giriş çıkışta ne üstünü başını, ne çantanı arayan yok, hiç bir güvenlik kontrolü yok.

Bu kadar sıkıntının içinde hiç bir şey yapmak gelmiyor içimden… Bir miskinliktir gidiyor: televizyonlarda her gün noel mucizeleri üzerine kurulan anlamsız filmler, her akşam kapıyı çalıp bahşiş isteyen postacı, itfaiye, kapıcı, kanalizasyoncu, artık sıradanlaşan ışıltılı dükkan vitrinleri, sokak süslemeleri, alışveriş çılgınlığı, bir de “Poule au Pot Henri IV”…

Bu da ne demeyin. Efsane 16. yüzyıla dayanıyor. Fransa’nın gastronomisi ile ünlü sud-ouest(güneybatı)sında Ispanya ile sınır, okyanus ile Pirene dağları arasında kalan bölge Bearn ismini taşır. Bölgenin en önemli şehirlerinden Pau’da doğan Kral Henri IV kendi bölgesinde sıkça hazırlanan bu yemeği şu beyanı ile ünlü kılar: «Krallığımda hiç bir köylü pazar günü sofrasında «poule au pot»’u bulunduramayacak kadar fakir olmamalı.» Kadınlara düşkünlüğü ile de tanınan kralın yılın 52 pazarının her birini ayrı bir metresi ile bu yemeği yiyerek geçirdiği de rivayet edilir! Ve bu yemek, geçen onca yüzyıla rağmen fransız klasikleri arasında yerini korumayı başarır. Bölgede her yıl Henri IV’un doğumgünü olan 13 aralık haftası meydanlarda bu yemek pişirilir, halka dağıtılır, okul, hapishane, hastane ve yaşlılar yurtlarında mutlaka menüye konur. Ekmek içi, tavuk ciğeri& kalbi, maydanoz ve sarmısak ile oluşturulan özel harç tavuğun içine doldurulur, güzelce dikilir ve havuç, soğan(üstüne mutlaka karanfil taneleri batırılmalı), turp, kereviz, lahana gibi kış sebzeleriyle 2-3 saat ağır ateşte pişirilir. Nefis lezzette bir soğuk kış günü tencere yemeği. Denemek isteyenler için tarif ünlü şef Paul Bocuse’den: http://www.bocuse.fr/recettes/ficherecette.asp?id=161

Işte ağır atmosfer içinde hafif konu buna derim ben...

Gastronom arkadaşlarım «ama yemek asla hafife alınmaz» diyecekler bana… Çok doğru ama yemek keyif demektir, keyfiniz yoksa nafile…

Yine de akşam için gidip şu tavuğu tencereye koysam mı??

25 Kasım 2008 Salı

Catherinette


Fransızca’da sevdiğim bazı isimler var, örneğin Amandine veya Clementine gibi, belki biraz demode, yeni nesilde fazla duyulmayan ama benim kulağıma hoş gelen isimler. Catherinette ise bunlardan biri değil ama bugünkü konu da benim sevdiğim isimler değil zaten!

Bugün Catherinette’lerin günü… Fransa’da ismini azizlerden alan herkesin isim günü var (bazında katolik bir gelenek), fransız takvimlerinin kenarlarında da görürsünüz. Hepsinin pek tabii hikayeleri var. Adını Azize Catherine’den alan bugün, yani 25 kasım’da tüm Catherine ismine sahip kadınlar günlerini kutlar. Ismin kökeni yunancada katharos kelimesinden geliyor, anlamı da saf, dokunulmamış demek. Evlenecek yaştaki genç kızların (aynı zamanda filozof ve öğrencilerin) azizesidir Iskenderiyeli Catherine…

Isim gününü kutlamak iyi, hoş da, şimdi bir adım daha ileri gideceğim. Bugün 25 yaşını doldurup halen evlenmemiş Catherine adlı kızlar için daha da özel bir kutlama günü… Gelenek orta çağa uzanıyor, o gün bu isimdeki bekar kızlar Sainte Catherine heykelinin üstüne peruk/ şapka koyma veya değiştirme/yenileme ayrıcalığına sahipler ve aynı zamanda "iyi bir koca" dileğinde bulunurlar. Vakti zamanında bu kutlama biraz şaka biraz gerçek, 25 yaşını aşıp “evde kalmış” kızlarla eğlenmek amacını taşıyorduysa da o gün Catherinette’ler tüm gün boyunca kutlamanın baş oyuncusudur. Özellikle küçük şehir ve kasabalarda sarı ve yeşil renklerden oluşan (sarı inancı yeşil de farkedilmeyi simgeler) dikkat çekici, uçuk kaçık şapkalar takıp dolaşarak hem eğlenir hem de “koca ararlar”. Şimdilerde artık koca arama amacı yok olmuş daha çok işin eğlencesi ön plandadır. Gelenek daha çok folklorik özellik taşımakta ve karanlık kış günlerinin yaşandığı kasım ayına renk katmaktadır.

1920 yılında özellikle modacılar, terziler, şapkacılar ustalıklarını göstermek ve fantastik kıyafet ve şapkalar üretmek amacıyla bu kutlama gününü kendi günleri seçerler. Paris’in 2. arrondissement’nında büyük bir kortej eşliğinde şapkacılar eğlenerek defile yapıp rue Cléry’nin köşesindeki binadaki Sainte Catherine heykeline merdivenle tırmanarak ürettikleri şapkaları bırakır ve en başarılı şapka jüri tarafından birinci seçilir.

Günümüzde hem kadın hem erkekler çok daha geç yaşta evleniyor, hatta Fransa’da evlenmiyor, imza atıp taahhüte girmeden birlikte yaşamak, sistemin bir parçası. 25 yaşında bekar olmak da artık utanılacak bir şey değil… Paris’te şapkalı kızlara gün boyunca pek rastlanmasa da işin ticari kısmı hiç boş bırakılmamış, çoğu restaurant, bar ve diskotekte özel programlar sunulur, Catherinette’lerin bayramı kutlanır ve kızlar bu geceyi şapkalarıyla eğlenerek geçirirler. Iş yerlerinde de bu isimdeki çalışanların arkadaşları, kişiliğinden yola çıkarak özelliklerini simgeleyen şapkalar hazırlar ve bir kadeh içki çevresinde kutlama yaparlar. Orijinal şapka deyince, şapka üstünde sinema meraklıları için sinema biletleri, çok seyahat edenler için tren veya uçak biletleri, sıkça saç rengini değiştiren kızlar için boya kutuları görmek örneklerden bir kaçı... amaç arkadaşınıza sürpriz yapıp bu vesile ile eğlenmek…

Peki bu arada bekar erkekler ne yapıyor? Onlar da bir kaç gün sonra 6 aralık’ta Saint Nicolas gününü kutluyorlar ama hem 30 yaşına gelince hem de şapka takmadan!
NOT: Son bir kaç yazım feedblitz'deki teknik sorunlar nedeni ile bazı email adreslerine ulaşmamış, arzu edenler linkten ana sayfaya ulaşabilirler: www.sibelpinto.blogspot.com

7 Ekim 2008 Salı

Fransa nereye kosuyor?


Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Fransa’da başlayan optimizm ve motivasyon iyice dibe vurdu. Bir kısım Fransız yıllardır süregelen sorunlarının biranda çözülüp etrafın günlük güneşlik olacağını sandılar. Söz verilen reformlar hiç bir engele takılmadan geçecek, fabrikalar kapanmayacak, herkes iş bulacak, ev sahibi olacak, hayat ucuzlayacak. Aradan bir yıl geçmeden halk büyük hayal kırıklığı yaşamaya başlıyor. Aslında tehlike sinyalleri epey bir süredir çalıyor ama pek gündemin ilk sıralarına çıkmıyor, ekonomi dergilerinin sayfalarında sıkışıp kalıyordu. Takip edenler anımsayacaklar, euro zone’da fransız ihracat rakamı 1999’da %16,5’den 2007’de %13,4’e iniyor. Devlet harcamaları, PIB(üretilen zenginliğin) %55’ini yutuyor. OECD verilerine göre endüstrileşmiş ülkelerde ortalama çalışma saati kişi başına yılda 1,800 iken Fransa’da 1,600 bile değil, yani Fransızlar çalışmayı sevmiyor. Işçi maliyeti Avrupa Birliği içinde Fransa’da en yüksek (Ispanya’dan % 40 daha pahallı) Dış ticaret açığı 40 milyar euro. Açlık sınırının altında 8 milyon Fransız yaşıyor. Iş kurmak çok zor, vergiler çok yüksek, kimse girişimciliğe teşvik edilmiyor. Uç aylık dönem rakamları açıklanınca, ikinci kez üstüste Fransız ekonomisi negatif büyüme gösteriyor, her ne kadar hükümet ilk üç ayki %0,4’lük artışı hesaba katarak bu kelimeyi telafuz etmek istemese de récession sözcüğü havalarda uçuşuyor. Üstüne AB ortalaması %6,9 iken, Fransa’da Ağustos ayında artı 41,300 kişi işsiz kafilesine katılarak toplam sayı 2 milyona, işsizlik artış oranı da %8’e ulaşarak bir alarm daha veriyor.

Karanlık tabloya devam ediyorum: Son bir yılda gayrimenkul piyasası durağan bir döneme giriyor. 330,000 euro değer biçilen Nice’in merkezindeki daire bir yıl içinde sadece 6 kez ziyaret edilmiş, evsahipleri dönem içinde yavaş yavaş fiatlarını indirerek 220,000 euroya razı olmaya hazırlar ama halen alıcı yok. Paris’in belli bölgeleri için tabii aynı kara senaryoyu çizemeyiz ama iki yıl öncesine kadar Paris’de satışa çıkan evler bir hafta içinde satılırken ve ev sahipleri burunlarından kıl aldırmazken yani tam bir seller’s market varken bu durum yavaş yavaş tersine dönmekte. Önemli bir unsur kredi faizlerinin artışı, bankaların kredi vermekte isteksizliği, halkın artan borçları nedeni ile zor durumda kalışı, üstüne pouvoir d’achat(alım gücünün) iyice düşmesi her kesimden, her meslekten insanı çok zor durumda bırakmaya başlıyor.

Amerika’da başlayan subprimes krizi Lehman Brothers’ın iflasının ardından Bear Stearns, Merrill Lynch, Fannie Mae, Freddie Mac, Washington Mutual kurtarma operasyonları süregelirken Avrupa ve Asya da süreci takip ediyor. Tüm dünya üstünde karanlık bulutlar dolaşıyor, istatistikler korkunç, finans sektörü ciddi krizde, büyük şirketler elemenlarını işten çıkartıyor, küçük şirketler iflasın eşiğinde…Çok zor ve ciddi bir ekonomik bunalım döneminden geçiyoruz, Fransa da zaten zorlandığı ekonomisinde bu gidişten payına düşeni alıyor. 2009 yılının çok zor bir yıl olacağı kesin, 2010 hatta 2011 için bile kimse umutlu değil.

Fortis Bank ve Dexia operasyonları ardından herkes "acaba bankadaki paramız ne olacak" endişesine de girdi. Her ne kadar Türkiye’deki banka krizinde yaşanan banka önlerinde kuyruklar şekline dönüşmediyse de (henüz), hemen hemen herkes bankacısını aradı, banka hesaplarının 70,000 euroya kadar sigortalı olduğunu öğrendi. Fransa, dünkü Irlanda ve Almanya’da tüm mevduatların devlet garantisinde olduğu açıklamasını izlemeyecek gibi ama halka, küçük mevduat sahibine güven verecek AB genelinde planlar üzerine çalışıyor. Insanların alınteriyle çalışarak hayat boyu yapmış oldukları birikimleriyle ilgili belirsizliğe düşmeleri ne hazin! Finans sektörü halkın parasıyla oynayacak, parayı batırdığında da kurtulmak için devlete başvuracak, yani yine halk parasını batıranı kurtaracak ki kendi parasını da kurtarabilsin. Ne dilemma! Ama diğer yandan batan büyük finans şirketlerinin genel müdürleri, anlaşmaları gereği giderken “iyi ki şirketi batırdınız” diye parachutes dorés(altın paraşüt) skandallarıyla 20 milyon euroya varan(yanlış okumadınız!) tazminat çeklerini ceplerine koyarak ofislerine veda edecekler. Oh ne güzel iş!

Cumhurbaşkanı Sarkozy krizin bitmediğini, Fransa’yı yakınen ilgilendirdiğini, artık Fransızlara gerçeklerin tüm çıplaklığıyla anlatılması gerektiğini, önümüzdeki ayların çok zor geçeceğini beyan ediyor. Insanlar kemerleri sıkmaya başlıyor, ilk etkilenen sektörlerin restoran, eğlence, turizm ve inşaat olması bekleniyor.

Tabii ki genel dünya gidişatını Fransa’ya indirgemek değil yazının amacı ama altı yıl önce Fransa’ya geldiğimde bir partide tanıştığım arkadaş “Fransızlar dünyaya uyamıyor, hızla bilinmeze koşuyor, çok sürmez duvara toslayacaklar” demişti de kendisini pek karamsar bulmustum ama bu günlerde sıkça anıyorum. Doğru muydu yoksa öngörüsü? Bu ülke acaba nereye koşuyor?

23 Eylül 2008 Salı

Cuisines en Fete


Bu haftasonu Fransa’da tüm mutfaklar bayramda! 2003 yılından bu yana Francine unlarının girişimiyle eylül ayının son haftasonu tüm Fransa’da yemek bayramı olarak kutlanıyor. Amaç zevkleri ve becerileri ne olursa olsun her yaştan geniş halk kitlelerini, zevk almak ve zevk vermek amaçlı yemek yapmaya davet etmek. Bayram 5 önemli değer üzerine inşa edilmiş: “Plaisir, partage, fête, transmission et convivialité” yani zevk, paylaşma, bayram/kutlama, bilgi aktarımı ve neşe/muhabbet. Mutfakta çok maharetliyseniz yani iyi bir “cordon-bleu” iseniz ya da çok da yemekle aranız yoksa da üç gün boyunca herkesin kendi zevkine göre bir program bulması mümkün. Le patrimoine français(fransız mirası)’nin önemli bir öğesi olan fransız gastronomisinin baş aktörleri olan üreticiler, şefler, restoratörler sahne alıyor ve bilgilerini, ürünlerini büyük bir gururla halkla paylaşıyorlar. 2007 yılı verileri 500’ün üzerinde girişimci, 300,000 katılımcı olduğunu, 400,000 yemek tarifi dağıtıldığını yazıyor! Le Grand Véfour ve yeni restoranı Sensing’in ünlü şefi "bol yıldızlı" Guy Martin bu girişimin altı yıldır parrain’i(vaftiz babası) Özellikle isim yapmış şeflerin atölyeleri günler, haftalar öncesinde dolmuş bile ama sadece bulunduğunuz bölgenin pazar yerlerinde, market ve dükkanlarında, ekmek fırınları ve pastanelerinde, alışverişinizi yaparken bile degustasyonlarla, demonstrasyonlarla ve atölyelerle karşılaşacağınız kesin. Haftasonunu önceden planlamak isteyenleriniz için ek bilgi: http://www.cuisinesenfete.com/

Son yıllarda hızlı yemek alıskanlıkları tüm dünyada olduğu gibi Fransa’da da bu işe gönül veren insanları çok endişelendiriyor, her köşe başındaki sözde pizzacılar(buralarda üretilen zavallı ürünleri pizza adı altında satmak gerçek pizzacılara hakarettir diye düşünüyorum) gerçek hamburgerin ne olduğundan habersiz hamburgerciler, görüntüsü bile arkanıza bakmadan kaçmanıza neden olan sandviççiler, yağ ve tuz oranı sağlığa zararlı boyutlara varan market raflarındaki hazır yemekler… Bir de geçen fransızların en çok tükettiği yemeğin yani “milli yiyecekleri”nin couscous olduğunu okuyunca gözlerime inanamadım! Yapılan bir diğer araştırma hiç kimsenin yemek hazırlamak için 30 dakikadan fazla zaman harcamak istemediğini gösteriyormuş. Herkesin sürekli koşuşturup nefes alacak vakit bulamadığı günümüz hızlı yaşantısında pek tabii ki anneannelerimizin dönemindeki gibi kadının bütün gün mutfaktan çıkmaması beklenmiyor, ama diğer yandan bir milletin kültürünün önemli bir öğesi olan geleneksel ve çok özel tarifleri yeni ürün ve tekniklerle birleştirip sürdürebilmenin, bugün ve gelecek nesillere aktarabilmenin ve de tanıtabilmenin yolları mutlaka bulunmalıdır diye düşünüyorum. Bu kapsamda desteklediğim Slow Food akımına bir başka yazımda daha detaylı değineceğim.

Bu girişimin bir diğer güzel yönü kendi katkınızı ekleyebilmek : Hadi, bu haftasonu kolları sıvayın- örneğin cuma günü evde yaptığınız bir keki ofisinize götürüp arkadaşlarınızla paylaşın. Cumartesi akşamı aileniz, dostlarınızla toplanın, herkes kendi yaptığı bir yemeği getirsin, sofralar şenlensin. Çocuklarınızın arkadaşlarını pazar sabahı bir brunch’a çağırıp mutfağa girip krep ya da poğaça yapmayı öğretin. Ben cuma akşamı eve davet ettiğim arkadaşlarıma yemek hazırlayacağım ve bu güzel bayramı onlarla paylaşıp kutlayacağım. Hepinize iyi bayramlar!

16 Eylül 2008 Salı

Paris Versailles


Yook, blogumun adını değiştirmedim sadece bugünkü konum her yıl eylül ayında Paris ile Versailles arasında yapılan geleneksel koşu. Bu yıl 28 eylül pazar günü otuzbirincisi yapılacak olan koşu aynı adı taşıyan derneğin organizasyonu. Her yıl ortalama 25,000 kişinin katıldığı, 1,750 kişinin gönüllü çalıştığı organizasyon pek tabii ki sporun büyüklerinin sponsorluğu ile gerçekleşiyor. Sabah saat 10:00’da Eiffel Kulesinin ayağında başlayan koşu Versailles şatosunda sona eriyor. Katılmak için yazılmak şart, yazılmak için de son tarih : 24 eylül 2008. Ayrıntılı bilgi için : http://www.parisversailles.com/

Maalesef çok sportif biri değilim. Sporu günlük hayatın bir parçası yapma eğilimi benim gençlik dönemimde pek yoktu, hatta okulda beden derslerine girmemek için evden tezkere getirme adetimiz bile vardı! Ne yazık etmişiz çünkü sporun «ağaç yaşken eğilir» misali küçük yaşlarda önemini kavramak gerekiyor. Benim bugünden yarına maraton koşma imkanım yok(!) maalesef, ama ilgilenenler için özellikle 16 kilometrelik Meudon, Chaville, Velizy ve Viroflay ormanlarından geçen parkurun çok hoş olduğu belirtiliyor. «Yok, koşmak bana göre değil»cilerdenseniz Reebok’un Avon’la ortak hazırladığı “Walk around the world for breast cancer” (Meme kanseri için dünya çevresinde yürüyün) kapsamında Marche de 5kms (5 km’lik Yürüyüş)e katılmayı düşünebilirsiniz belki.

Bugün sayfalarıma bu sportif aktivite takıldı, araştırma yaparken bu başlık etrafında bir kaç önemli girişim beni çok etkiledi, onları da paylaşmak isterim.

Ilki, Dune d’Espoir. 28 eylüldeki koşuya katılan her katılımcı için 0,50 euro bu derneğe aktarılacak. Amaç sağlıklı sporcularla özürlü çocukları biraraya getirip spor kapsamında paylaşım sağlamak. Özellikle koşularda ve kum maratonlarında kullandıkları Joëlette adlı alet özürlü çocuklara yaşama sevinci aşılıyor. http://dunespoir.free.fr/la_joelette.html

Ikincisi Africa Run: http://www.africarun.org/ Bu dernek çocuk ve yetişkinler için kullanılmış iyi durumda spor ayakkabıları toplayıp Mali, Senegal gibi Afrika ülkelerindeki ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyor.

Üçüncüsü de Handicap Prevention: http://handicaprevention.free.fr/ 2006 yılında Fransa’da her gün 30 ila 40 kişinin kazalarda sakatlanıp özürlü kaldığı istatistiği çok çarpıcı. Halkı trafik kazalarına karşı bilinçlendirmek derneğin ilk amacı. Ardından «28 eylülde spor köyüne kapaklarınızı getirmeyi unutmayın» diyorlar. Anlamıyorum, tekrar okuyorum. «Kullandığınız şişelerin plastik kapaklarını evinizde biriktirin.» Diş macunu, şampuan, likit sabun, deodoranttan tutun deterjan şişelerine, nutella kaplarından mayonez, ketçap, hardal kapaklarına dek her tür plastik kapak işe yarıyor. Kapaklar eritiliyor, granül haline getirilip tekrar plastiğe dönüştürülüyor. Bu yöntemle son yıllarda özürlü çocuklara/gençlere özel bisiklet, elektrikli sandalye gibi çeşitli yardımlarda bulunmayı başarmışlar. Yıl içinde de başta Decathlon spor mağazalarında ve okullarda olmak üzere bir çok toplama noktaları oluşturmuşlar. Size en yakın adres için web sitelerine bir göz atın. Süper buldum bu girişimi. Küçük çabalarla büyük sonuçlara imza atılacağının ne güzel örnekleri… 28 eylülde koşamayacağım ama biriktireceğim kapaklarımla mutlaka orada olacağım. Ya siz?


5 Eylül 2008 Cuma

Geri Donus


Yazıları tatile göndermiştik, şimdi geri dönüyorlar! Dinlenmiş, eğlenmiş, bronzlaşmış, yeni sezona hazır... bir de özlemisler ki sayfalarını... ve paylaşmayı. Yepyeni, capcanlı, bilgi dolu bir "rentrée"ye hazır mıyız? Hadi başlayalım.

Paris'in en güzel aylarından biri. Her daim mutsuz, sürekli tenkit edip şikayet edenler hariç(onların benim sayfalarımda pek yeri yok zaten) herkes yeni bir başlangıca coşkuyla göz kırpıyor. Özellikle şehrin enerjisi insana çok iyi geliyor. Fuarlar kapılarını açıyor, müzeler, sergiler, yeni mekanlar... Sinema ve edebiyat sezonu doludizgin... 20-21 Eylül "Les Journées Européennes du Patrimoine"(http://www.journeesdupatrimoine.culture.fr/)-Paris'e yeni olanlara, her daim "Parisli" olanlara, ya da turist olarak yolu düşenlere: Yapılacaklar listenizde mutlaka ilk sıralara yerleştirin.

Peki Türkiye Fransa ilişkileri ne durumda dersek?? Buyrun:

-Iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin ülkeler arasında tarihi en eskiye dayananlardan olduğunu, François I ile Kanuni Sultan Süleyman'ın 1536'da bir ittifak antlaşması imzaladığını, şu anki Fransa büyükelçisinin 84. büyükelçi olduğunu,
-Jean-Jacques Rousseau'nun babasının 1705-1715 yılları arasında "saray saatçisi" olduğunu,
-20 Ekim 1921'de Franklin-Bouillon ile Atatürk arasında imzalanan Ankara antlaşması ile Fransa'nın Mustafa Kemal hükümetini tanıyan ilk Batı ülkesi olduğunu,
-Fransa'nın Türkiye'nin 5. ekonomik ortağı olduğunu,
-Fransa'nın Türkiye'deki 3. yabancı yatırımcı ülke olduğunu, 1985 yılında Türkiye'de sadece 15 Fransız şirketi varken bugün bu sayının 300'e ulaştığını, bu şirketlerde 65,000 Türkün istihdam edildiğini,
-Fransa'nın ABD ve Almanya'dan sonra Türk ögrencilere ev sahipliği yapan 3.ülke olduğunu,
-Her yıl 1,000 Türk gencinin Fransız liselerinden mezun olduğunu, Alliance Française'in geçtiğimiz mart ayında Adana'da şube açtığını,
-Fransa'da 400,000 üzerinde Türk yaşadığını, yarısının çifte vatandaşlığa sahip olduğunu,
-Türkiye'nin Fransızların en çok ziyaret ettiği ülkelerden biri olduğunu, 2007 yılında Türkiye'yi ziyaret eden 800,000 Fransız turist olduğunu,
-Fransa'nın Türk edebiyatı eserlerini kendi diline en fazla çeviren ülkelerden biri olduğunu,
-Türk Dil Kurumu verilerine göre Türkçe'de 5,361 Fransızca kökenli kelime olduğunu( farsçadan 1375, ingilizceden sadece 565!)
-Sinemaya düşkün Fransız halkının Türk filmlerini yakından takip ettiğini, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu gibi bir çok sinemacının tanınıp beğenildiğini,
-Tüm Fransa'da 1 Temmuz 2009-31 Mart 2010 tarihleri arasında Türk sezonu kutlanacağını, kültürel, sanatsal, ekonomik anlamda çok önemli bir dönem olacağını ve hepimize çok görev düşeceğini

Biliyor muydunuz?

Istatistikler etkileyici, şöyle bir, hatta iki, üç kez düşünmeye değer, ne dersiniz?

Eylül ayına merhaba, sizlere de bloguma tekrar hoşgeldiniz diyorum. Sakın ola sayfalarımızdan ayrılmayın, bir çok ilginç konu ufukta...

Hepinizi sevgiyle selamlıyorum.

ps. Fransız Büyükelçiliği web sitesindeki (http://www.ambafrance-tr.org/) bilgilerden beni haberdar eden sevgili arkadaşim Belgin ve eşi Luc'e çok teşekkürler...

24 Temmuz 2008 Perşembe

Le Tour de France


Bu yıl 5 Temmuzda Normandie’nin Brest şehrinden başlayan 95. yarışma büyük bir heyecanla sürüyor ve 27 Temmuz’da bisikletçilerin Paris’te Avenue des Champs-Elysées’ye varacağı büyük finalle sona erecek. Nedir «Le Tour» ya da diğer adıyla «La Grande Boucle»? Yıl:1903 Dergiler arası rekabetin güçlü olduğu bu dönemde Auto dergisinden gazeteci Géo Lefèvre ve editör Henri Desgrange bir bisiklet yarışması düzenleme fikri ortaya atarlar ve altmış bisikletçinin katılımı ile ilk yarışma gerçekleştirilir. Yıllar içinde Fransız halkı yarışı çok benimser. Yarış diğer ülke bisikletçilerine açılır ve bisiklet dünyasının en prestijli organizasyonu şeklini alır. (Giro d'Italia ve Vuelta a España da benzer yarışmalar olup dünya bisikletinde 3 Grand Tours’u oluşturur.)

Fransa’da ve sınır ülkelerde her yıl ikiyüzün üzerinde şehir turun geçişi için adaylığını koyar, ciddi bir çalışma sonucunda kazananlar belirlenir. Bu kıyasıya rekabete, özellikle kasaba, köy gibi küçük yerleşimlerin ve dağların üç hafta boyunca spotların altında olması, yarışın ekonomik boyutunun genişliği de düşünülünce, şaşmamak gerekir. Yarışmanın işleyişi epey karışık, çok detaya girmeyeceğim. Toplam 3500 kilometrelik bir parkur söz konusu. Üç hafta süren bir maraton bu… Başta etaplar düz yollar ve kolay, daha sonra gittikçe zorlaşıyor, dağ yolları artıyor. Etabın bölümüne göre günde ortalama 160-200 km arasında pedal çevriliyor. Sadece iki dinlenme günü var. Toplam 21 etap ve her etabın birincisi var. Genel klasmanın lideri yarışmanın amblemi haline gelen “maillot jeune”(sarı mayoyu) giyiyor ve bir sonraki yarışmaya bu mayoyla çıkıyor.

Her yılki doping muhabbetleri yarışmanın prestijini çok yaraladıysa da benim için son yıllarda Le Tour de France demek Lance Armstrong demek. Ciddi kanser hastalığını yenip müthiş kondisyon gerektiren böylesine uzun ve zorlu bir yarışmada yedi yıl birinci olmak herkesin harcı değil... Ne muhteşem bir azim örneği...

Pazar günü büyük final Paris’te… ardından da sporda gözler Beijing’e çevrilecek, tartışması bol 2008 Olimpiyatlarının başlangıcına gün sayılacak. Ben Beijing’den naklen yayın yapamayacağım(!!), yerine hem yeni sezon hazırlıkları hem biraz tatil için geleneksel Fransızlar gibi ağustos ayında dükkanı kapatacağım! Eylül ayında rentrée ile birlikte tekrar sayfalarımızda buluşmak dileğiyle hepinize güzel yazlar…

9 Haziran 2008 Pazartesi

Dans le Noir


Geçen haziran ayında “Kokular ve Sesler” adlı bir yazı yazmıştım: http://sibelpinto.blogspot.com/2007/06/smells-and-sounds.html Uyku tutmadığı bir gece yarısı sessizliğinde, beni Paris’te etkileyen günlük ses va kokulara takılmış, kaleme sarılmıştım. Dün akşam o yazı geldi aklıma ama çok farklı koşullarda…

Herşey geçen aylarda okuduğum bir makale ile başladı. Paris’te çok farklı bir konsept, çok farklı bir restaurant… Hem merak hem meslek gereği yeni restoranları denemeye çalışırım. Iyi ki sevgili eşimle bu konuda çok iyi uyuşuyoruz da yoksa şimdiye kadar bıkmıştı önerilerimden (çünkü yeniyi-farklıyı denemek demek risk almak demek, bazen çok iyi çıkabilir bazen de tamamen hayal kırıklığı… biz her ikisini de bolca yaşamışızdır!) Dün akşamki ise herhangi bir katagoriye konması çok zor bir deneyimdi, hani anlatılmaz yaşanır denir ya o cinsten.. yine de birazcık anlatmaya çalışacağım.

Yer: rue Quincampoix no:51. Kapıdan geçerken girilen bir yer değil, önceden rezervasyon yaptırmak şart. Her akşam iki servis var, bizimki 19:45’deki ilk servisti. Vardığımızda listeden adımızı kontrol ettiler, sağ taraftaki kilitli dolaplara tüm eşyalarımızı koymamızı istediler, buna cep telefonları, saatler ve ışık kaynağı olabilecek her tür eşya dahildi. Yemediğimiz ya da alerjimiz olan yiyecekleri sordular, içecek siparişimizi aldılar ve biraz beklememizi belirttiler. Beş dakika içinde ismimiz anons edildi, siyah perde ile kapalı kapının önünde akşam boyunca bize servis yapacak olan garson kızla tanıştık. Artık konsepti kavradığınızdan eminim, karanlıkta akşam yemeği yenilen, görme özürlü garsonların çalıştığı özel bir restorandaydık. Gece boyunca rehberimiz olacak Sarah elimi eşimin omuzuna koymamı söyledi, eşim de Sarah’nın omuzlarına tutundu ve iki saat boyunca ışık görmeyeceğimiz bilinmeze yolculuğumuz başladı.

Siyah perdeyi geçip kapıdan geçince total bir siyahın içine düştük. Sarah o kadar hızlı yürüyordu ki takip etmem için neredeyse koşmam gerekiyordu. Yol üstünde basamak olmadığını söyleyip bizi rahatlattı, sonra talimatları ile önce sağa döndük, ikinci perdeli bölümü geçtik, bu sefer sola döndük ve masaya ulaştık. Iskemlemi el yordamı ile bulup oturdum ki sağımda bir kola sürtündüm. Bizden önce oturtulan çiftle tanıştık. Houston Texas’tan gelen Amerikalı iki genç bu yıl üniversiteden mezun olmuş, ikisi de göz doktoruydu ve bu deneyimin meslekleri açısından önemini dile getirdiler. Birazdan bu sefer sol tarafımıza bir grup fransız yerleşti ve yemekleri beklemeye başladık.

Size gerçek karanlığın ne olduğunu ne kadar anlatsam dün akşam yaşadığım o duyguyu sözcüklerle ifade etmem olası değil. Gitmeden önce kendi kendime diyordum ki “evet girince siyah olacak ama en karanlık yerde bile insanın gözü karanlığa alışır, bir süre sonra rahatlar”. Kesinlikle yanılmışım, total siyah iki saat boyunca hiç değişmedi, gözlerimiz hiç bir şeye alışmadı. Sadece ses, koku, tad ve dokunma duyuları gözün yerini almaya çalıştı. Önce ellerimizle peçetemizin, çatal ve bıçağımızın yerini bulduk. Gelen su şişesinden bardaklarımızı doldurmayı öğrendik(bardağın dolup dolmadığını parmağımızla kontrol edip anladık) Sarah büyük bir profesyonellikle yemeklerin servisini yaptı. Ilk tabak bir entrée idi, çatal kullanmaya çalıştım ama sanki tabakta alınacak hiç bir şey yoktu, elimle tabağın çevresini gezindim, ortasına geldiğimde daha uzunca bir şeye değdi elim, bunun bir sos bardağı olduna karar verdim. Kokladım, hiç bir şeye benzetemedim. Ellerimle tabağın içinde dolaştım, elime bir parça ulaştı, ağzıma attım, bir dilim greyfurttu, sonra dilim dilim bir şeyler yedik ama tadını hiçbirimiz anlayamadık. Bardaktakı sos da ne mayonezdi, ne kremaydı, ama lezzetliydi. Elle yemeğin zevkine varmaya çalıştım. Tabaklarımız toplandı, ana yemeği beklemeye başladık. Bu arada restoran epey doldu ya da bize öyle geldi. Kapasitesini, boyutlarını, düzenini anlamak mümkün değildi, arkamdan sesler geldiğinden orada da bir sıra masa olduğunu anladık. Yandaki masalarla hoşbeş ilerlerken ana yemeğimiz geldi. Mantar sote kokusu mükemmeldi, bu sefer çatal-bıçak kullanacağım dedim ve becerdim. Mantarları, balığı, bezelye, mısır ve havuç tanelerini bu sefer daha çabuk keşfettik. Tatlı olarak da nefis çilek kokusu restoranı etkisi altına aldı. Baştaki tedirginliğimiz zamanla kendini belli bir rahatlığa bıraktıysa da bilinmez ve görünmeze kendinizi bırakıvermek hiç de kolay değil... Yemek bitiminde yine aynı sistemle restorandan çıkıp ışığa kavuştuk. Yediğimiz menüyü gösterdiler, entrée'mizin tavuk ve karnabahar sosu olduğunu, tabakların sunum şeklini öğrendik!!

O iki saatlik deneyimin ardından vardığım sonuçlar:
-Işıksız, renklerden, şekillerden uzak bir yaşam hayal edilebilir bir şey değil. Ustelik bir düşünün, yaşadığımız dünya ne kadar da görsellik üzerine kurulu, değil mi?
-Oysa hiç bir şey görmediğiniz anda diğer duyularınız artı önem kazanıyor: Yemekte kokuların önemi bir kez daha ispat oldu. Görüntü olmadığı durumda sesler inanılmaz yüksek geliyor; konuşmalar, çatal-bıçak-bardak-tabak seslerini çok daha güçlü yaşıyorsunuz. Yediğimiz yemek önemli değildi, zaten çok da özel değildi ama karanlığın, gerçek karanlığın ne olduğunu ilk kez yaşadım.
-Gören insanlar olarak bildik ortamımızdan kopup görmeyen bir insanın bize yön vermesi ve ona tamamen güvenip bağımlı olmak farklı bir his...
-Gözlerimizin değerinin paha biçilmez olduğu gerçeğini hiç düşünmediğimizi düşündük, bir de ışığa kavuşmanın sonsuz hazzını...
-Karanlıkta yaşayan tüm görme özürlü insanların yaşamından çok kısa bir kesit yaşamak inanılmaz bir deneyimdi, alkışlanması gereken o cesur insanlara artık aynı gözle bakmamız mümkün değil...
-Hangi kelime ile ifade edebileceğimi bilemediğim, belki "bouleversant"(sarsıcı, altüst edici) sözcüğünü kullanabileceğim bu deneyimi, ilgilenen herkese içtenlikle tavsiye ediyorum.

Bu sabah ise ilginç bir tesadüf, üyesi olduğum bir internet grubundan gelen http://www.dialog-im-dunkeln.de/ adresinde dolaştım. Hamburg’da açılan “Dialog in the Dark”(Karanlıkta Diyalog) adlı sergide rüzgar, değişik ısılar, dokular, sesler ve kokuların bulunduğu özel hazırlanmış odalarda yine eğitilmiş görme özürlülerle gezip günlük rutini yaşamaya çalışıyorsunuz. Kısa bir yemek deneyiminin hala etkisinde olduğum düşünülürse bu serginin etki alanını hayal bile edemiyorum. Ve diyorum ki küçük dünyalarımızın dışındakileri denemeye açık olmak ve "diğeri"nden çok şey öğrenmek mümkün. Farklı deneyimlerle dünyaya daha geniş gözlüklerle bakmak, kimseyi yargılamadan empati duymayı öğrenmek-- belki de dünyanın geleceği bu zor ama aslında basit denklemde saklı. Ne dersiniz?

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Kafama takıldı…

Paris’i anladık ama Istanbul’dan hiç yazmıyorsun serzenişleri aldım geçenlerde, sizi kırar mıyım hiç, bugünkü yazım Istanbul’dan, Türkiye’den..
Türkiye’ye her gidişimde büyük şehre adapte olmakta ve geri dönüşte Paris yakınlarında yaşadığım küçük “commune”e ayak uydurmakta bir kaç gün zorluk çekiyorum-iyi ki bir kaç günle sınırlı kalıyor yoksa halim yaman! Bir kaç gün çünkü kabına çok çabuk alışabilen bir kişiyim. Evet, statükocu değilim, şımarıklıklarım hiç yok, değişimi de bir tehdit değil değerlendirilmesi gereken bir imkan olarak göruyorum. Keza bu özelliğimin Türkiye’de yaşarken hiç farkında değildim. Yeni bir ülke kültürünü, yaşam tarzını benimseyip benimsemeyeceğinizi gidip görmeden, yaşamadan önceden kestirmeniz mümkün değil. Çok insan geldi geçti etrafımızdan, kişiye ve ortama göre az buçuk değişikliklerle yaşananları adım adım o kadar iyi biliyorum ki kimin hangi fazda olduğunu ve hangi noktaya varacağını tespit edebiliyorum. Ehh kolay değil yaş kemale erdikçe, ya da saçlar ağarmaya başladıkça mı desek??
Neyse konuyu dağıtmayalım, Türkiye Fransa gidiş gelişleri yıllar içinde şiddeti ve süresi azalsa da fırtına etkilerini göstermeye devam ediyor. En temelde aile, akrabalar, sevdiğimiz dostlar, kardeşten öte arkadaşlar, her zaman özlemle andığımız ve hiç bir zaman yerini dolduramadığımız ve dolduramayacaklarımız… Istanbul’da yaşayanların bizim gözümüzle göremedikleri ya da değerini bilemedikleri güzelim Istanbul, sevdiğimiz semtler, mekanlar, yiyecekler, sofralar, rakı muhabbetleri, müşteri olarak kral hizmeti görmek…bunlar buzdağının görünenleri… Ya görünmeyenleri? Iş halletmenin ne kadar da kolay olduğu, adamını bilmek/bulmak, lisanla ilgili sıkılıp kalmamak, nerden ne isteyeceğimiz konusunda “genlerimizin” bize doğru yolu göstermesi-- araştırmam nedeni ile gittiğim Galata’da yol sormadan aradığım sokağı tahmin edip(!) bizzat benimle gelerek gösteren esnaf, sabıka kaydı için savcılığa başvurumda dilekçenin kapının yanındaki “nar suyu satıcı”sında(!) hazır bulunması, sıra bana gelince memurun dilekçenin arka sayfasını kullanıp başka sayfa harcamadan devlet bütçesine katkıda bulunması(!), kapıcının ekmek-gazete servisi ve çöp toplaması, evde temiz içme suyu bitince telefonla isteyen ve “aman geç kalmasın”diye sıkı sıkı tembih eden annem telefonu kapatır kapatmaz sucunun evin zilini çalması(inanın abartmıyorum), dönüş yolundayken yanlışlıkla annemin cep telefonu şarjörünü de almış olduğumu farkedince havaalanında postaneye uğrama, postacıya aps gönderim dediğimde “ne gerek var hanımefendi, siz bırakın gelsinler benden alsınlar” demesi-yani imkan olsa ben geçerken bırakayım diyecek (sizi öpmek geldi içimden desem nasıl anlaşılırdı acaba??), Atatürk havalimanındaki Iş Bankası Lounge’unda bedava yeme içme(çorbadan salataya, tavuklu pilavdan sakızlı muhallebiye, viskiden şaraba komple menü) ve benzerleri… yurdumun güzel insanları ve günlük hayatın daha kolay yaşanması… Istanbul’dakilere özel not: bu örneklerin hepsi fransız topraklarında misli misli daha zor, bir kısmı imkansız, tecrübeyle sabit!
Ya inanılmaz dinamik ortam, gümbür gümbür gelen genç nufus, teknolojinin en son çıkan ürünleri kapınızda, onlarca yaratıcı fikir ve girişim, serbest rekabet nedeniyle servis sektöründe sonsuz seçenek, eğlencenin en inanılmaz boyutu… Özellikle Fransa’daki hantal, olabildiğince geleneklerine bağlı ve kopmak istemeyen yapının karşısında karşılaştırmadan edemiyor insan. Geçen ay bankacımla randevumda «Türkiye’de bankacılık nasıl? sorusuna sizin halen yapmayı hayal edemeyeceklerinizi on yıl önce bankacıyken bile biz yapıyorduk» deyince aval aval bakan gözler… Uçakta okuduğum dergide dikkatimi çeken bir reklam: “Bitkisel atık yağlarınızı çöpe ve lavaboya dökmeyin! Lavaboya dökülen 1 lt bitkisel atık yağ, 1 milyon litre suyu kirletmektedir. «Alo Atık Hattı»ndan bize ulaşın, biriktirdiğiniz bitkisel atık yağlarınızı, lisanslı araçlarımızla adresinizden teslim alalım. Biodizele dönüştürüp ülke ekonomisine katkıda bulunalım. http://www.ezici.com.tr/” Hem süper ekolojik bir girişim hem de bir telefonla eve servis…
Biraz da madalyonun diğer yüzü: Türkiye’ye her seyahatimde bir sektörün inanılmaz canlanışı dikkatimi çekiyor: bir kaç yıl önce bir fantazi bijuteri modası vardı, tüm Nişantaşı dükkanları incik-boncukçu olmuştu. Bir diğer gidişimde simit evleri piyasayı kasıp kavuruyordu, sonra teknede balık-ekmekçiler, ardından inanılmaz lüks alışveriş merkezleri, son dönemde taze meyve suyu salgını (özellikle antioksidan değeri keşfedilen nar suyu)… ama işin öylesine suyu çıkıyor ki bir sonraki yıl hiçbirinden eser kalmıyor. Aynen çılgın boyuta ulaşan gelin-kaynana programları ve yerli dizilerin, yerini bu yıl yarışma programlarına bırakması gibi. Yaşam Turkiye’de daha çabuk mu tüketiliyor yoksa bana mı öyle geliyor? Diziler hakkında hiç bir fikrim yok ama kısacık da olsa seyrettiğim bir izdivaç programından bahsetmeden geçemeyeceğim: tv’de görücü usülü evlilik-evlenmek isteyen gençler, orta yaşlı dul hanımlar, tonton dedeler sunucunun şaklabanlıkları arasında telefonla bağlanan talipleri ile hoşbeş ediyorlar. 55 yaşındaki alımlı hanım “hali vakti yerinde olsun, kapanırım ne olacak, ama modern kapanma” deyince şöyle bir duraladım. Ardından çıkan aday, evlenmek istediği kızdaki özelliği tek cümlede özetledi: “20-25 yaşlarında ve kapalı olsun ki namuslu olsun” deyince dayanamadım.
Bari okuduğum dergiye geri döneyim dedim ki şu makaleye takıldım: Türkiye Işveren Sendikaları Konfederasyonu(TISK) tarafından yapılan yeni bir araştırmaya göre Türkiye’de 2007 yılı sonu itibarıyla, 15-29 yaş arası 5,324,000 kız en verimli çağlarını boşa harcıyor. 15-29 yaş grubundaki kızların %60’ı, çalışma hayatının başlangıç ve gelişme devresine rastlayan 25-29 yaş grubu kızların üçte ikisi çalışmıyor, evde oturuyor.(dergide “ev kızı” diyor, oldum olası nefret ederim bu sözden) Yapılan karşılaştırmalı çalışmada bu oranların Batı Avrupa’nın beş katı olduğu, Türkiye’nin sıralamada Meksika’nın bile altında yer aldığı belirtiliyor. Tabii ki konu çok geniş, bir çok sosyal, ekonomik, geleneksel nedenler sayılabilir. Kültürel yapı içinde kız çocuklarının okumasına gerek olmadığına inanılması, kırsal kesimde küçük yaşta evlendirilmeleri, ailede anneye yardımcı, tarlada işçi olarak kullanılmaları, nufus fazlalığından dolayı kendilerine gerekli ilgi ve değerin verilmemesi, ekonomik imkansızlıklar, iş arayıp da bulamayanlar ilk akla gelip sayabileceklerimiz. “Kadının yeri evidir, kadın yaşı ilerlemeden evlenmeli, hemen çocuk yapmalı, öncesinde iş hayatında idiyse bile evine dönmeli” anlayışının vardığı içler acısı durum çoktan alarm zillerini çalmalı, kadının hem eğitim hem istihdamdan dışlanmasına son verecek önlemler alınmalı ama daha da ötesi yok mu? Kimi kadının kendi üzerine biçtiği “sadece evinin kadını-çocuklarının anası” olma rolünü benimsemesi, “ihtiyacımız yok, kocam iyi kazanıyor, her tür lüksüm var” bakış açısının kendisini gerçek yaşamdan ne kadar soyutladığını bile farketmemesi, bir birey olarak üretime katılma mecburiyetinin ve de hazzının ne olduğunu bile algılayamaması, y beyin kızı, x beyin eşi ünvanlarından öteye gidememesi, üstelik “ne olur, kapanırım, şimdi kapanmalar modern”(pahallı marka ipek türbanlar mı modern oluyor acaba??) mantığı tüylerimi diken diken ediyor.
Isteyen istediğini düşünmekte serbest ama bu konu benim iyice kafama takıldı…

13 Mayıs 2008 Salı

“Yasemin Kokulu Ada”daydım…

Biraz ihmal ettim bu sayfaları ama işler çok yoğun olunca hele bir de uluslararası bir sempozyumda sunum yapmam istenince… 7-8 Mayıs tarihleri arasında Girne Amerikan Üniversitesinde(GAU) düzenlenen “Cognitive Approaches to the Concept of Food in the Mediterranean Cultures” (Akdeniz Kültürlerinde Yemek Kavramına Bilişsel Yaklaşımlar) adlı sempozyuma konuşmacı olarak davet edildim. Konum Türk Sefarad Mutfağı, sunumumun başlığı da “Cultural Inheritance from Yesterday to Today: Turkish Sephardic Cuisine”(Dünden Bugüne Kültür Mirası: Türk Sefarad Mutfağı) idi. Italya, Ispanya, ABD, Israil, Kıbrıs ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden diğer katılımcılar da akdenizde yemek teması etrafında bildiriler sundular. Yemek konusunun Akdeniz kültürlerindeki yeri bambaşka: daha yemeğe oturmadan yemek muhabbetine başlarız, yemek yerken devam ederiz ve yemek bittikten sonra hemen bir sonraki yemeği konuşmaya başlarız!! Yemeği iletişim, tarih, edebiyat, dilbilim ve antropoloji bakış açıları ile yorumlayıp tartışmak en az yemek yapıp yemek kadar zevkli. Konusunda çok önemli çalışmalara imza atan profesörlerle tanışmak bir onurdu. Yine konuşmacılardan bir diğeri ile eşlerimizin çocukluk arkadaşı olduğunun ortaya çıkması dünyanın küçük olduğunu bir kez daha kanıtlandı! Diğer bir üniversiteden davet almak, hele üzerinde çalıştığım kitabıma ilgi gösteren olası sponsorlarla tanışmak beni havalara uçurdu. Kısacası Kıbrıs bana çok iyi geldi!

Kıbrıs Akdenizin Sicilya ve Sardunya’dan sonra üçüncü büyük adası. KKTC’nin Türkiye’ye uzaklığı 70 km, toplam nüfusu 200 bin kişi, en önemli şehirleri Lefkoşe(40,000 kişi), Magusa(28,000), Girne(14,000), Güzelyurt ve Lefke… GAU, 44 ülkeden gelen öğrencileri ile 1985 yılından bu yana Girne’deki tek, KKTC’deki altı üniversiteden biri-diğerleri Magosa'daki Doğu Akdeniz Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi-Kıbrıs Kampüsü, Lefkoşe'de Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi, Yakın Doğu Üniversitesi, ve Lefke'deki Lefke Avrupa Üniversitesi. KKTC’de altı üniversite olması ve öğrencilerin adaya getirdiği canlılık çok etkileyici.

Ercan havaalanına iner inmez güneşli ve masmavi gökyüzü bana kucak açtı. Paris’te bıraktığım soğuk ve puslu havadan sonra Beşparmak dağlarının gölgesinde cennete geldim sandım, üzerimdeki çizmeler ve yağmurlukla epey komik bir tablo çizmişimdir eminim! Daha önceden adayı gezdiğimden ve bu sefer turizm yapacak pek vaktim olmadığından ilk aklıma gelen gezip görülecek yerler arasında Girne kalesi, Bellapais manastırı, St Hilarion ve Kantara kaleleri, Selimiye camii ve St.Barnabas müzesini sayabilirim.

Sempozyum konusu da yemek olduğuna göre Kıbrıslı arkadaşlarımla çıktığımız akşam yemeği keyfini paylaşmadan geçemeyeceğim. Yemek mutlaka serpme meze ile başlıyor. Cacık, humus, fava, taze badem içi, turşu, zeytin çeşitleri, yalancı dolma, kabak çiçeği dolması, enginar dolması ve salataların ardından ara sıcaklarda mutlaka ızgara hellim var. Sabah kahvaltılarında da omlet yanında yeniyor. Hellimin girmediği ev, çıkmadığı sofra yok. Gerçekten çok lezzetli. Bir başka lezzet bulgur köftesi: uzun ince, dışı bulgur içi kıyma ve soğanlı harç. Tabağın üzerinde bir peçete ve limon dilimi ile geliyor. Hemen limona sarılıp köfteye sıkıyorum. Arkadaşım “olmadı” diyor, “önce köfteyi diklemesine peçeteye sarıyorsun, ardından ucundan bır ısırık alıyorsun ve şimdi içi açılan köftenin içine bol limon sıkıp yemeğe devam ediyorsun.” Her işin raconunu bilmek lazım, hele yemek içmek söz konusu olunca gerçek tada varmak için ritueller çok önemli. Ana yemeklerde piliç spesyaliteleri çok geniş yer tutuyor. Pilici börekte, güveçte, şişte, ızgarada, bonfile, pirzola, kanat, şnitzel, döner, külbastı, dolma olarak, körili, mantarlı, ıspanaklı, limon soslu ve hatta piliç iskender yapıyorlar. Etlerde de adanın spesyalitesi şeftali kebabı var- kuzu karın zarının içine sarılan kıyma, soğan ve maydanozdan oluşan köfte mangalda pişiriliyor. Adı neden şeftali? Pişip nar gibi kızarıp şeftali rengine döndüğünden, şeftali gibi üstünde kabuğu/zarı olduğundan, bu kebabı bulan kişinin adı Şef Ali zaman içinde Şef-t-Ali olduğundan gibi çeşitli rivayetler var. Molohiya çoğunlukla kuzu etiyle pişirilen, kolokas ise tavukla patates musakkası gibi hazırlanan adanın spesyaliteleri. Bu kadar yemeğin üstüne tatlı almasak diyorum ama Kıbrıs’a has ekmek kadayıfı yenmeden adadan ayrılınmaz diyorlar: gerçekten de müthiş hafif bir tatlı, çok az şekerle ve çok kızartılmadan hazırlanıyor, arasına bizde lor, Kıbrıs’ta nor denilen tuzsuz peynir konuyor ve kaymaklı dondurma ile servis ediliyor. Üzerine türk kahvesini de içtiniz mi yaşamak ne kadar güzel diyorsunuz. Arkadaşlarım hala "ama turunç çiçeği ve ceviz reçellerinden, macunlarımızdan tattıramadık" diyorlar, onlar da bir dahaki sefere!
Kıbrıslıların kendilerine has şiveleri çok sempatik, cümlelerde soru şekli olan “mı, mu” yok, sadece vurgu farklılığı ile “gidecen?” şeklinde konuşuyorlar. Adres bulmak yabancı için çok zor çünkü tarifleri sokak adı ile değil, x marketin yanı, z otelin karşısı gibi veriyorlar. Trafik soldan akıyor, maalesef tatile gelenler arasında trafik kazaları çok oluyormuş. Adada muhabbetlerin ilk konusu her daim politika, herkes politikayla yatıp kalkıyor, son haftalarda Lokmacı kapısının açılışının ardından çeşitli yorumlar herkesin dilinde…
Kaldığım otel odasındaki kitapçıkta ise şu satırlarla karşılaştım: “Bir yaseminler adasıdır Kıbrıs, nerede olursanız olun, kokusu içinize sızar ve siner, hissedersiniz… Sadece bir çiçek değil, yaşama dair sessiz bir tanıktır yasemin, zor kazanılan bir başarı gibidir yetişmesi, yaz akşamları, dar sokak aralarından iç bahçelere salınarak dolanır ruhunuza kokusu, sadece hissetmez yaşarsınız… Uğur kabul eder eskiler, altından geçmeden girilen evde bir şeyler eksik gibidir…” Gerçekten de adanın her yeri buram buram yasemin kokuyordu, satırlarla koku aktarmak mümkün olsaydı o güzelim kokuyu evlerinize getirmek isterdim. Ama sağlık olsun, yaseminler adasına yolunuz düşerse beni hatırlayın.

7 Nisan 2008 Pazartesi

Paris’te Ilkbahar

Ilkbahar deyip bloga karlar altında bir fotoğraf koymanın anlamı ne diyebilirsiniz ama biz Paris’te 7 nisan pazartesi yani bu sabah bu manzaraya uyandık. Hiç şikayetçi değilim çünkü bu kış gördüğüm ilk kar ve evimin çevresi bembeyaz bu örtü sayesinde muhteşem görünüyor. Makinemi kapıp sokağa attım kendimi... hem yürüyüşümü yaptım hem de tertemiz hava eşliğinde hızımı alamayıp kareler dolusu fotoğrafla geri döndüm.

Aslında dün akşam Paris’ten dönerken kar fırtınası başlamıştı bile... Oysa gün boyunca klasik Paris (ilk değil de son)bahar havası hakimdi, yani gri bulutlar, ahmak ıslatan bir yağmur, yeni tomurcuklanmaya çalışan ağaçlar ama epey soğuk bir hava... uzun zamandır yapmaya fırsat bulamadığımız bir pazar günü yaşadık çünkü «turistcilik» oynadık! Paris’te turist olmak muhteşem bir duygu, yorucu olmasına rağmen elinizde kitap ve harita bilmediğiniz yerler keşfetmek ne de heyecanlı. Rehberlerde rastlayamazsınız ama Paris her sokağında, her köşe başında, her parkında, her açık hava pazarında bir sürpriz saklar size... ama yorgunluk nedir bilmeden dolaşmak ve bakmasını bilmek gerekir. Önce «petit dej» için bir Paris café’sinin ısıtılmış terasına demir attık, (café)creme ve croissant ikilisiyle güne merhaba dedik. Daha sonra iki farklı müze gezdik, hem de ayın ilk pazarı olması nedeni ile giriş ücreti ödemeden. Her ayın ilk pazar günü Fransa’da bedava gezilecek müzeler listesi için: http://www.muskadia.com/musees_du_monde/mus_grat.asp

Ilki küçük ama kişiyi yormayan, her tabloya yeterince vakit ayırıp hakkını verebileceğiniz çok hoş bir müze: Musée National Eugène Delacroix-süper fotoğraflık Rue de Furstemberg’de.. Burayı her zaman sevgiyle andığım ressam arkadaşım Gülay sayesinde Paris’e geldiğim ilk günlerde öğrenmiştim, o minnacık meydanı süper güzel tuvaline aktarmıştı. Pazar günü daha da güzeli meydanın tam girişinde arabaya park yeri bulma mucizesiydi. Mucizelere inanir mısınız bilmem, ben kesinlikle inanırım, hayatımda çok sefer de yaşamışımdır. Senato, Assemblée Nationale, Musée de Louvre, Comédie Française’in dekorasyonlarında emeği geçen Delacroix hastalığı nedeni ile St Sulpice kilisesinde çalışmalarını kolaylaştırır diye 1857’de yakında olan bu eve taşınmış, son yıllarını burada geçirmiş. Eserlerinin bir kısmı, hele evinin dışındaki atölyesi ve muhteşem arka bahçesi görülmeye değer...

Ikinci durak öğleden sonra Musée de L’Orangerie’ydi. Jardin des Tuileries içindeki L’Orangerie altı yıllık bir restorasyon döneminden sonra 2006’da tekrar halka açılır. Içinde Jean Walter ve Paul Guillaume Koleksiyonu mevcut- Bu kadar güzel Renoir’ları birarada görmek ne büyük nimet! Cezanne, Derain, Matisse, Modigliani, Picasso’nun yanısıra müzenin ağır topları Monet’in müzeye bağışladığı Nymphéas(Nilüferler) serisinden sekiz büyük tablosu iki ayrı salonda sergileniyor. 55 ila 85 yaşları arasında kırkı büyük boy pano olmak üzere üçyüzden fazla nilüfer tablosu yapan Monet’nin tablolarının boyutu ve gün doğuşu, gün batımı, bulutlar arasında, yansımalar gibi günün değişen ışıkları karşısında değişen renkleri tuvale aktarmasındaki ustalığı inanılmaz etkileyici… Benim gibi Monet hayranıysanız Paris’te L’Orangerie’nin yanısıra Musée Marmottan’ı mutlaka ziyaret edin, hele şimdi ki bahara adım atıyoruz, hala yapmadıysanız Normandie’deki Giverny kasabasındaki Claude Monet evini ve muhteşem bahçesini bir hafta sonu kaçamağı ile gezmeyi ilklerinize alın.

Turist denince Angelina’ya uğramadan olmaz. 1903 yılından bu yana Rue de Rivoli’de tarihi mekanlar arasında yer alan bu ünlü “salon de thé” tam Hotel Maurice’in yanıbaşında. Yerini bilmeseniz de hiç önemli değil, yaz-kış her daim önündeki uzun kuyruktan kaçırmak mümkün değil. Proust, Chanel, George V’in müdavimi olduğu freskli, aynalı, mermer masalı bu tipik “Parisian institution”ın mükemmel sıcak çikolatası ve beze-kestane püreli meşhur Mont Blanc (ve de şimdilerde Japon esintili Siori) pastası sıra beklemeye değer. Ayrı bir kapta kremayla servis edilen “chocolat chaud” donmuş ellerimizi ve yüreğimizi ısıttı, cennette miyiz acaba dedirtti, pek tabii ki beklediğimize değdi.

Bu turistik pazar günü ertesi eve kar fırtınasında ulaşmaya çalışırken bir gece önce L’Europeen’de izlediğimiz kendi söz ve müziği, güçlü sesi, sahne performansı, insan sevgisi ile beni derinden etkileyen Serge Utgé-Royo’nun şarkısı kulaklarımda çınlıyordu:
La vie s'écoule, la vie s'enfuit...(hayat akıp gidiyor, hayat kaçıveriyor)

Ya da şöyle mi desek??

Les années passent, le temps s’écoule…chaque jour, une nouvelle page qui se tourne...(yıllar geçiyor, zaman akıp gidiyor, her gün yeni bir sayfa açılıyor)

31 Mart 2008 Pazartesi

Iyi ki Dogdun!


Ne tesadüftür ki blogum da benim gibi mart ayında doğdu. Ilk satırları geçen yıl bu zamanlar çiziktirmeye başlamışım...
Birinci yaşın kutlu olsun, iyi ki varsın "paris-istanbul"...

Yazan kalemler hiç eksilmesin, düşünceler susturulmasın, paylaşımlar hiç tükenmesin.

Nisan ayında yazılara devam...

20 Şubat 2008 Çarşamba

Guédelon-Çılgın bir şantiye

Bir dergide okuduğum küçücük bir haber ilgimi çekti ve araştırmaya başladım. Paris’e 90 dakika mesafede Bourgogne bölgesinde 45 işçi(duvarcı, taş ocağı ustası, marangoz, oduncu, doğramacı, kiremitçi, demirci, arabacı...) sıfırdan gerçek bir şato inşa ediyorlar, hem de 13.yüzyıl şatosu ve 13. yüzyıl teknik ve malzemeleri ile! Ilk etapta adamların yapacak işleri mi yok, ne çılgın tipler var, ne gereksiz bir şey, delilik vs gibi nitelendirilebilir ama hayata sıradan ve üzerimize biçilmeye çalışılan klasik rollerin dışında bakabilirsek Quelle Passion! (ne tutku) diye de yorumlayabiliriz, ne dersiniz?

Fikir, tarihi eserler restoratörü Michel Guyot’dan çıkıyor. Çocukluğundan beri tarihi eserlere ve eski taşlara meraklı olan Guyot 1997 yılında restore ettiği Puisaye’deki Saint-Fargeau şatosundan sonra «niye sıfırdan bir şato inşa etmeyelim» diye çılgın bir fikir geliştirir. Fikrini Maryline Martin’e açar. Martin 12 yıl boyunca bir amerikan ithalat ihracat şirketinde yönetici olarak çalışmış, kızının doğumuyla yoğun iş hayatının stresinden kaçıp doğduğu Bourgogne bölgesine geri dönüp kendine yeni bir hayat kurmuş. Guyot’un fikri Martin’e çok cazip gelir ve projenin finansmanını temin etme işini üstlenir. Bir kaç ay içinde projeyi bir çok ortak destekler. Şantiye 1998’de halka açılır. Çalışmalar 10 yıldır devam etmekte(kasım-mart arası dört ay çalışılmıyor) ve şatonun toplam 25 yıl içinde bitirilmesi hedeflenmekte...

Guédelon sürekli yaşayan ve gelişen tarihi, bilimsel, pedagojik bir şantiye…Yıllar içinde bir çok ziyaretçiye ev sahipliği yapmış, ana amaçlarından biri de bu zaten---hem çalışmaları fiilen izlemek hem işçilerden bilgi almak--dünyada tek olan bu şantiyede şatonun yapım sürecinde ziyaretçiler 13.yy’da taşın nasıl kesildiği, oduna nasıl şekil verildiği, duvarın nasıl oluşturulduğu, ulaşımın atlarla nasıl sağlandığını keşfediyorlar. Öğrenciler, tarihçiler, mimarlar, mühendisler, arkeologlar ana meraklılar arasında… Yılda 250,000 ziyaretçi ile üçüncü yıldan itibaren kendini finanse etmesi sağlanmış bile.... Eğer gönüllü çalışmak isterseniz onu da yapabiliyorsunuz. Bu açık hava laboratuarının insana verebileceği heyecan ve coşku muhteşem olsa gerek… internet sitelerinin bile ayda 60,000 ziyaretçiyi ağırladığı düşünülürse projenin uyandırdığı ilgiyi birazcık da olsa kavrayabiliriz. Daha detaylı bilgi isteyenler için: http://www.guedelon.fr/

Fransa’da yaşadığım son altı yılda Patrimoine Culturel(kültür mirası)’in fransızlar için ne kadar değerli olduğunu öğrendim. Her yıl tekrarlanan «Journées du Patrimoine» örneklerden sadece biri. Insanın sahip olduğu geçmişi ve tarihi ile gurur duyması kendine verdiği değerin de bir göstergesi... Fransa’nın en küçük yerleşim birimlerinde bile her tür ekipmana sahip turizm ofisleri olması, yörelerinde ziyaret edilebilecek yerleri detaylı hazırladıkları süper güzel broşürler bastırmaları, hafta sonları mutlaka visite guidée (rehber eşliğinde geziler) düzenlemeleri, turizm sektöründe bir çok bénévole(gönüllü) çalışması sahip oldukları tarihe ve coğrafyaya ne kadar önem verdiklerini ve bunu bölgelerine ziyarete gelenlerle paylaşmaktan ne büyük haz aldıklarını gösteriyor. Yıllar önce yolumuz Kayseri’ye düştüğünde mantı yemek istemiştik de «restoranlarda mantı pek bulamazsınız, artık ancak evlerde yapılıyor, ama güzel kebabçılarımız var» dendiğinde yaşadığım hayal kırıklığının ardından arabasına bindiğimiz taksi şöförüne «Erciyes’e gitmeden bir kaç saatimiz var, bize şehrinizin görülecek yerlerini gezdirin» dediğimizde yanıt olarak halen kulaklarımda çınlayan «abla, bu şehirde ne var ki, sen kafa mı buluyorsun benimle?» sözleri eklenince başka ne söylesem?? Belki biz doğru insanlara rastlamadık diye avutmaya çalışmıştım kendimi yoksa çoğumuzun böyle olduğuna inanmak gelmiyor içimden.... Bugün bizim sahip olup yararlandığımız, geçmişten bize aktarılan bizim de gelecek nesillere aktarmamız gereken tarihi, kültürel, mimari, artistik, gastronomik (örnekler çoğaltılabilir) mirasın gerçek değerini ve önemini bil(e)memek ne büyük bir kayıptır (ve de ayıptır) oysa... ne dersiniz?

28 Ocak 2008 Pazartesi

Taşınıyorum...

Çoğumuz bir ya da bir kaç kez yaşadık. Fransa’ya geldik, yerleştik, taşındık, belki bir kez, iki kez daha taşındık. Taşınmanın, yeni eve yerleşmenin ve alışmanın dayanılmaz zorluklarına girmeyeceğim, bugün bahsetmek istediğim taşınma öncesinde/ sırasında/ ertesinde yapılması gereken idari işler… Yaşayanlar bilir, işte kahve molalarında, yemek aralarında, arkadaş toplantılarında birbirimize sorduk ama tüm yapılması gerekenlerin bir arada bulunduğu bir “check-list” olsaydı fena mı olurdu?

Yeni taşınacaklara müjde: Paris Belediyesenin çok güzel bir çalışması var. Tüm detayları içeren güzel bir liste hazırlamışlar, üstelik listeye size, sizin ailenize özel tüm bilgileri girebileceğiniz bir kısım eklemişler, böylece liste kişisel durumunuza, profilinize göre “personnaliser” edilebiliyor.. artı bunun için Paris’te yaşamanıza da gerek yok, Fransa’daki her şehir için uygulanabilir. Yaşınız kaç? Kreşe gidecek kızınız mı var, ya da liseye başlayacak oğlunuz? Ailede engelli bir kişi mi var? Ikizler tenis derslerine mi başlayacak ya da siz iş mi arayacaksınız ? Ya da pek yakında çocuğunuz mu olacak? Tüm bu bilgileri girince size özel listeniz hazır oluyor. Listeyi tematik/katagorilere göre(ev, kimlik, iş, okul öncesi, okul, sosyal faaliyetler, sağlık, araba), kronolojik(en kısa zamanda, ilk bir ay içinde, yıl sonuna kadar, vaktiniz olunca) veya hangi mercilere başvurulacağınıza göre(belediye, elektrik, gaz idaresi, postane, sosyal sigortalar kurumu…) dökebiliyorsunuz. Ev sahibine taşınma bildirimi, ev sigortası, elektrik-gaz bağlantıları, postaneye adres bildirimi ile mektuplarınızın eski adresinizden yenisine aktarımı(bir yıl boyunca süper bir servis!!), seçmen listesine yazılım, pasaport/nufus kağıdı/oturma izninde adres değişikliği, çocukları yeni kreşe/okula yazdırma, Carte Vitale(Sağlık Karnesi) yenileme, semt kütüphanesine yazılma, otomobil plakası değişimi ilk akla gelen başlıklardan bir kısmı… Adres değişiklikleri için özellikle @dèle(administration en ligne)’i https://www.changement-adresse.gouv.fr/’i tavsiye ederim, bir kaç klikle CAF-Caisses d'Allocations Familiales(Çocuk Yardımı), CPAM-Caisse Primaire d'Assurance Maladie(Sağlık Yardımı), Assedic-Assurance Chomage(Işsizlik Yardımı), Impots(Vergi Dairesi) ve Service National(Askerlik Dairesi)ne adres değişikliğinizi otomatik bildirebiliyorsunuz.

Şöyle bir göz attım, keşke iki yil önce ben de taşınırken bu kadar detaylı bir listeye ulaşabilseydim, çoğunlukla bölük pörçük öğrendiğim kimi zaman yapmakta geç kaldığım bir çok işi zamanında planlayabilirdim dedim. Taşınanacaklar, mutlaka siteyi ziyaret edin, hayatınızın değiştiği bir dönemde yaşamınızı kolaylaştırın.
http://paris.demarchesenligne.fr/evenements-de-vie/nouvel-arrivant/doc/nouvel-arrivant