21 Mayıs 2008 Çarşamba

Kafama takıldı…

Paris’i anladık ama Istanbul’dan hiç yazmıyorsun serzenişleri aldım geçenlerde, sizi kırar mıyım hiç, bugünkü yazım Istanbul’dan, Türkiye’den..
Türkiye’ye her gidişimde büyük şehre adapte olmakta ve geri dönüşte Paris yakınlarında yaşadığım küçük “commune”e ayak uydurmakta bir kaç gün zorluk çekiyorum-iyi ki bir kaç günle sınırlı kalıyor yoksa halim yaman! Bir kaç gün çünkü kabına çok çabuk alışabilen bir kişiyim. Evet, statükocu değilim, şımarıklıklarım hiç yok, değişimi de bir tehdit değil değerlendirilmesi gereken bir imkan olarak göruyorum. Keza bu özelliğimin Türkiye’de yaşarken hiç farkında değildim. Yeni bir ülke kültürünü, yaşam tarzını benimseyip benimsemeyeceğinizi gidip görmeden, yaşamadan önceden kestirmeniz mümkün değil. Çok insan geldi geçti etrafımızdan, kişiye ve ortama göre az buçuk değişikliklerle yaşananları adım adım o kadar iyi biliyorum ki kimin hangi fazda olduğunu ve hangi noktaya varacağını tespit edebiliyorum. Ehh kolay değil yaş kemale erdikçe, ya da saçlar ağarmaya başladıkça mı desek??
Neyse konuyu dağıtmayalım, Türkiye Fransa gidiş gelişleri yıllar içinde şiddeti ve süresi azalsa da fırtına etkilerini göstermeye devam ediyor. En temelde aile, akrabalar, sevdiğimiz dostlar, kardeşten öte arkadaşlar, her zaman özlemle andığımız ve hiç bir zaman yerini dolduramadığımız ve dolduramayacaklarımız… Istanbul’da yaşayanların bizim gözümüzle göremedikleri ya da değerini bilemedikleri güzelim Istanbul, sevdiğimiz semtler, mekanlar, yiyecekler, sofralar, rakı muhabbetleri, müşteri olarak kral hizmeti görmek…bunlar buzdağının görünenleri… Ya görünmeyenleri? Iş halletmenin ne kadar da kolay olduğu, adamını bilmek/bulmak, lisanla ilgili sıkılıp kalmamak, nerden ne isteyeceğimiz konusunda “genlerimizin” bize doğru yolu göstermesi-- araştırmam nedeni ile gittiğim Galata’da yol sormadan aradığım sokağı tahmin edip(!) bizzat benimle gelerek gösteren esnaf, sabıka kaydı için savcılığa başvurumda dilekçenin kapının yanındaki “nar suyu satıcı”sında(!) hazır bulunması, sıra bana gelince memurun dilekçenin arka sayfasını kullanıp başka sayfa harcamadan devlet bütçesine katkıda bulunması(!), kapıcının ekmek-gazete servisi ve çöp toplaması, evde temiz içme suyu bitince telefonla isteyen ve “aman geç kalmasın”diye sıkı sıkı tembih eden annem telefonu kapatır kapatmaz sucunun evin zilini çalması(inanın abartmıyorum), dönüş yolundayken yanlışlıkla annemin cep telefonu şarjörünü de almış olduğumu farkedince havaalanında postaneye uğrama, postacıya aps gönderim dediğimde “ne gerek var hanımefendi, siz bırakın gelsinler benden alsınlar” demesi-yani imkan olsa ben geçerken bırakayım diyecek (sizi öpmek geldi içimden desem nasıl anlaşılırdı acaba??), Atatürk havalimanındaki Iş Bankası Lounge’unda bedava yeme içme(çorbadan salataya, tavuklu pilavdan sakızlı muhallebiye, viskiden şaraba komple menü) ve benzerleri… yurdumun güzel insanları ve günlük hayatın daha kolay yaşanması… Istanbul’dakilere özel not: bu örneklerin hepsi fransız topraklarında misli misli daha zor, bir kısmı imkansız, tecrübeyle sabit!
Ya inanılmaz dinamik ortam, gümbür gümbür gelen genç nufus, teknolojinin en son çıkan ürünleri kapınızda, onlarca yaratıcı fikir ve girişim, serbest rekabet nedeniyle servis sektöründe sonsuz seçenek, eğlencenin en inanılmaz boyutu… Özellikle Fransa’daki hantal, olabildiğince geleneklerine bağlı ve kopmak istemeyen yapının karşısında karşılaştırmadan edemiyor insan. Geçen ay bankacımla randevumda «Türkiye’de bankacılık nasıl? sorusuna sizin halen yapmayı hayal edemeyeceklerinizi on yıl önce bankacıyken bile biz yapıyorduk» deyince aval aval bakan gözler… Uçakta okuduğum dergide dikkatimi çeken bir reklam: “Bitkisel atık yağlarınızı çöpe ve lavaboya dökmeyin! Lavaboya dökülen 1 lt bitkisel atık yağ, 1 milyon litre suyu kirletmektedir. «Alo Atık Hattı»ndan bize ulaşın, biriktirdiğiniz bitkisel atık yağlarınızı, lisanslı araçlarımızla adresinizden teslim alalım. Biodizele dönüştürüp ülke ekonomisine katkıda bulunalım. http://www.ezici.com.tr/” Hem süper ekolojik bir girişim hem de bir telefonla eve servis…
Biraz da madalyonun diğer yüzü: Türkiye’ye her seyahatimde bir sektörün inanılmaz canlanışı dikkatimi çekiyor: bir kaç yıl önce bir fantazi bijuteri modası vardı, tüm Nişantaşı dükkanları incik-boncukçu olmuştu. Bir diğer gidişimde simit evleri piyasayı kasıp kavuruyordu, sonra teknede balık-ekmekçiler, ardından inanılmaz lüks alışveriş merkezleri, son dönemde taze meyve suyu salgını (özellikle antioksidan değeri keşfedilen nar suyu)… ama işin öylesine suyu çıkıyor ki bir sonraki yıl hiçbirinden eser kalmıyor. Aynen çılgın boyuta ulaşan gelin-kaynana programları ve yerli dizilerin, yerini bu yıl yarışma programlarına bırakması gibi. Yaşam Turkiye’de daha çabuk mu tüketiliyor yoksa bana mı öyle geliyor? Diziler hakkında hiç bir fikrim yok ama kısacık da olsa seyrettiğim bir izdivaç programından bahsetmeden geçemeyeceğim: tv’de görücü usülü evlilik-evlenmek isteyen gençler, orta yaşlı dul hanımlar, tonton dedeler sunucunun şaklabanlıkları arasında telefonla bağlanan talipleri ile hoşbeş ediyorlar. 55 yaşındaki alımlı hanım “hali vakti yerinde olsun, kapanırım ne olacak, ama modern kapanma” deyince şöyle bir duraladım. Ardından çıkan aday, evlenmek istediği kızdaki özelliği tek cümlede özetledi: “20-25 yaşlarında ve kapalı olsun ki namuslu olsun” deyince dayanamadım.
Bari okuduğum dergiye geri döneyim dedim ki şu makaleye takıldım: Türkiye Işveren Sendikaları Konfederasyonu(TISK) tarafından yapılan yeni bir araştırmaya göre Türkiye’de 2007 yılı sonu itibarıyla, 15-29 yaş arası 5,324,000 kız en verimli çağlarını boşa harcıyor. 15-29 yaş grubundaki kızların %60’ı, çalışma hayatının başlangıç ve gelişme devresine rastlayan 25-29 yaş grubu kızların üçte ikisi çalışmıyor, evde oturuyor.(dergide “ev kızı” diyor, oldum olası nefret ederim bu sözden) Yapılan karşılaştırmalı çalışmada bu oranların Batı Avrupa’nın beş katı olduğu, Türkiye’nin sıralamada Meksika’nın bile altında yer aldığı belirtiliyor. Tabii ki konu çok geniş, bir çok sosyal, ekonomik, geleneksel nedenler sayılabilir. Kültürel yapı içinde kız çocuklarının okumasına gerek olmadığına inanılması, kırsal kesimde küçük yaşta evlendirilmeleri, ailede anneye yardımcı, tarlada işçi olarak kullanılmaları, nufus fazlalığından dolayı kendilerine gerekli ilgi ve değerin verilmemesi, ekonomik imkansızlıklar, iş arayıp da bulamayanlar ilk akla gelip sayabileceklerimiz. “Kadının yeri evidir, kadın yaşı ilerlemeden evlenmeli, hemen çocuk yapmalı, öncesinde iş hayatında idiyse bile evine dönmeli” anlayışının vardığı içler acısı durum çoktan alarm zillerini çalmalı, kadının hem eğitim hem istihdamdan dışlanmasına son verecek önlemler alınmalı ama daha da ötesi yok mu? Kimi kadının kendi üzerine biçtiği “sadece evinin kadını-çocuklarının anası” olma rolünü benimsemesi, “ihtiyacımız yok, kocam iyi kazanıyor, her tür lüksüm var” bakış açısının kendisini gerçek yaşamdan ne kadar soyutladığını bile farketmemesi, bir birey olarak üretime katılma mecburiyetinin ve de hazzının ne olduğunu bile algılayamaması, y beyin kızı, x beyin eşi ünvanlarından öteye gidememesi, üstelik “ne olur, kapanırım, şimdi kapanmalar modern”(pahallı marka ipek türbanlar mı modern oluyor acaba??) mantığı tüylerimi diken diken ediyor.
Isteyen istediğini düşünmekte serbest ama bu konu benim iyice kafama takıldı…

Hiç yorum yok: