22 Aralık 2015 Salı

Bir tek portakal


14 aralık 2015

Geçtiğimiz Pazar günü Fransa’da yapılan ikinci tur yerel seçimlerinde yedi bölgeyi Cumhuriyetçiler, beş bölgeyi de hükümette bulunan Sosyalistler kazandı. Ilk turda büyük başarı kazanan aşırı sağcı Ulusal Cephe hiç bir bölgenin başına geçemedi. Yine ilk turda üçüncü geldikleri için-oyları bölmemek adına- iki bölgede yarıştan çekilme kararı alan sosyalist adaylar seçmenlerine Cumhuriyetçileri destekleme tavsiyesinde bulundular. Böylelikle ülke tarihinde ilk kez yerel meclislerde temsil edilmemeyi de göze aldılar. Seçmen mesajı iyi okudu ve oyunu ülkenin yararını gözeterek kullandı. Özellikle kuzeyde Marine Le Pen’in bizzat aday olduğu Nord-Pas-de-Calais- Picardie bölgesinde ve güneyde yeğeni Marion Maréchal-Le Pen’in aday olduğu Nice şehrini de içine alan PACA bölgesinde halk aşırı sağcılara geçit vermedi, Le Pen’e karşı oluşturulan blok işe yaradı. Tehlike tamamen geçmiş değil ama şimdilik Fransa rahat bir nefes aldı. Çok derin ders alınması gereken bu demokrasi/cumhuriyet örneği karşısında ülke bütünlüğünü herşeyin üzerinde değerlendiren Fransız halkına şapka çıkartıyorum. 

Paris’te 130 kişinin ölümü, tedavisi halen devam eden 60 kişinin de içinde bulunduğu yüzlerce insanın yaralanmasına neden olan 13 kasım terör saldırılarının üzerinden bir ay geçti. Olaydan iki hafta sonra yapılan anma töreninde hayatını kaybedenlerin fotoğraflarının gösterilerek adlarının ve yaşlarının tek tek okunması halen kulaklarımdan gitmiyor. Insan bir sayıdan ibaret değil. Her insan özel, her insan bir hayat… Konu gündemden düşmedi ama başlıkların alt sıralarına geriledi. Taranan cafelerin bir kısmı tekrar açıldı, binlerce insanın bıraktığı çiçekler, mesajlar, mumlar toplandı, anma törenleri yapıldı. Günlük hayat koşturmasına yavaş yavaş geri dönüldü. Metrolar dolmaya, insanlar teraslarda inadına oturmaya, tiyatroseverler salonlara geri dönmeye başladı. Kültür Bakanlığı ‘sanatsız, kültürsüz, sporsuz bir Paris düşünülemez’ dedi, mekanların zararlarını karşılamak için 3 milyon euro’luk fon aktardı.

30 kasım-11 aralık tarihleri arasında Le Bourget’de gerçekleştirilen COP21 Iklim Zirvesi sonucunda katılımcı 195 ülke ortak kararlara imza attılar. Iyileşmeleri çok kısa vadede göremeyeceğiz ama Ekoloji Bakanı Ségolène Royal’in de altını çizdiği gibi ‘herşeyi negatif görmemek lazım, umut verici epey yol katedildi.’ 

‘Iyi güzel de, son dönemde Fransa gündeminden bahsediyorsun ama yazının başlığındaki portakal ne alaka?’ diyenleriniz vardır mutlaka. Artık sözü portakala bırakalım 2015 yılının bu son Paris Esintisi’nde... Şu bildiğimiz parlak turuncu renkli, tatlı, sulu meyve, Noel’in sembolü portakal… Büyükannelerin, büyükbabaların torunlarına ‘Bizim zamanımızda Noel Babadan öyle 7-8 hediye istemezdik, bir portakalla yetinirdik.’ dedikleri meyveden…

Fransa’nın en çok tüketilen ikinci meyvesi portakal nasıl bu kadar popüler ve büyüleyici bir yiyecek olmuştur? Portakalın manav tezgahlarına varmasının kolaylaşması ve hızlanması ancak 20. yüzyılın ikinci yarısını bulur. Fransa Kralı XIV.Louis’nin çok sevdiği portakal o yıllarda geniş halk kitlelerine ulaşıp demokratikleşir. Geçmişte portakal o kadar az bulunan ve o kadar pahallı bir meyveymiş ki sadece saray erkanı ve aristokratlar Noel için çocuklarına hediye edebilirlermiş, halk ise kuru meyvelerle idare edermiş. Sonraki yıllarda geceyarısı düzenlenen Noel ayini ertesi eve dönüldüğünde çocuklar çam ağacının altında bir portakal bulmaya başlamışlar. Bütün bir yıl dört gözle bekledikleri portakalı…Geçenlerde bir sofra etrafında buluştuğumuz dostlarımızdan 1924 doğumlu Albert torunlarına babasının aileye bir portakal almak için nasıl çırpındığını anlatmıştı: ‘O gece bıçağımızla nasıl özenle keser, her bir dilimin yavaşça ağzımızda erimesinin keyfini çıkarırdık.’ derken gözleri dalmıştı. Geçmiş, anılar, paylaşımlar, az’ın değerli olduğu, az’ın daha çok olduğu dönemler… Zamanla portakalın yanına başka meyveler, sonraları hediyeler eklendi ama 1960’larda halen bir çok ev için portakal Noel’in sembol hediyesi olmayı sürdürdü. ‘Kimi zaman portakal ipek kağıtlara sarılı gelirdi, o kağıtlar o kadar güzel kokardı ki atmaz, saklardık’ diyor 80’lerinde bir başka davetli. 50 yaşlarında davetliler de çocukluklarında okullarda portakal hediye edildiğini anımsıyorlardı.

Geçmiş nesillere verdiği keyfin ve mutluluğun mirasçısı olarak bugün portakalı ördekle pişiriyor, kimi zaman ağır bir yemek ertesi sindirim için yiyoruz. Romla karıştırıyor, keklere-tatlılara katıyor, reçelini, şekerlemesini yapıyoruz. Üstüne karanfil taneleri batırıp dolap raflarımıza koyuyor, o güzel kokusunun gücüne inanıyoruz. Portakal esansının anksiyeteye karşı güçlü bir etkisi olduğu da ispat edilmiş. Ve yine portakal bir çok Fransızın evinde halen çam ağacının altındaki yerini koruyor.

Inanan da, inanmayan da, dini bayram olarak kutlayan da, sadece büyülü atmosferinden keyif alan da, Noel ve yılbaşı çoğu Fransızın bir kaç saatliğine ‘çocuk ruhu’na döndüğü bir zaman dilimi. Pompalanan tüketim ekonomisine karşı olanlarımız varsa da hediyesini açarken gözleri parlayan bir çocuğun mutluluğunu çalmak niye? Bir oyuncak araba, bir Barbie bebek, bir bilgisayar oyunu… Üstelik bu dönemde harcanan paranın tüm yıl haneye bolluk getireceğine de inanılıyor! Eminim ki, hepimizin hayatında unutmadığı özel bir ‘hediye anısı’ vardır. En pahallı, en moda, en popüler hediye değildir o. Hediye verenin hediye alanın kalbine dokunabildiği AN’dır.

Eski yılı uğurlamak, yenisine kucak açmak, yaşam defterlerimizde yeni bir sayfa açmak… Bembeyaz, lekesiz, yeni bir başlangıç… Güzel duygularla, umutla, dostlukla, sevgiyle, neşeyle, şükranla, aileyle, dostlarla, birlikte olmanın verdiği mutlulukla, bunu birbirimize ifade ederek, kucaklaşarak, öpüşerek…

2016 HOŞGELSIN. Gönüllerden geçtiği gibi umut dolu gelsin. Sıcak sohbetler, neşeli sabahlar, iyi haberler, bereketli sofralar getirsin. Başyazarımız sevgili Ivo Molinas’ın önayak olduğu, 13 aralık akşamı Ortaköy meydanında yaşanan o ILK gibi… Içimizi ısıtan Hanukah mumlarının ışıkları gibi… Hayal etmeye ve mucizelere inanmaya devam edelim. Tabii ki, her yılsonunda dediğimiz gibi ‘söylenecekler hiç tükenmesin ki’ çiziktirmeyi ve siz sevgili okuyucularımızla buluşmayı sürdürebilelim..


Yine ateş düştü…


Paris, 15 kasım 2015 saat 23:30

Bu yılın 11 ocak Pazar günü Paris’in République meydanında milyonlar buluşmuştuk. Charlie Hebdo ve Hyper Cacher terör saldırılarında hayatını kaybedenler için elele, gönül gönüle protesto yürüyüşüne katılmıştık. Aradan daha 10 ay geçti, Paris’in kalbine yine ateş düştü. 13 kasım Cuma akşamı, altı ayrı noktada gözü dönmüş, eli kanlı cihadistler kalaşnikoflarıyla insanları taradılar, rehin aldilar, üzerlerindeki bombaları patlattılar. Bu satırları yazdığım saatlerdeki resmi haberlere göre 129 kişiyi öldürdüler, 99’u ağır 352 kişiyi yaraladılar.

Olayın şokuyla insan önce ailesini, akrabalarını, arkadaşlarını, dostlarını, tanıdıklarını düşünüyor, onların sağlıkta ve güvende olduğunu öğrenmek istiyor. Iyi haberlerini alınca şükür demek istiyor ama göğsüne saplanan ağrı, omuzlarını çeken ağırlık buna izin vermiyor. Sayılar sadece birer sayı değil, her biri özel bir yaşam, her biri anne, baba, evlat, eş… Elif, Lola, Nehomi, Djamila, Alberto, Caroline, Patricia, Halima, Valentin ve diğerleri… Yüzlerce insan resmi geçidi… Farklı millet, din, kimlik ve ırktan insanların dramı- daha öncekiler gibi-boğazlarımızda düğüm oluyor, sözler bitiyor, nefesler tükeniyor…

Paris şokta, Paris hüzünlü, Paris endişeli, Paris ağlıyor…

Sıradan bir Cuma akşamı… Haftanın yorgunluğunu atmak, biraz müzik dinlemek, keyifli bir yemek yemek, eğlenmek, biraz gülmek, muhabbet etmek… Hepimizin konser dinlemeye gittiği Bataclan konser salonu, maç seyretmeye gittiği Stade de France, kahve-çay içip dostlarıyla muhabbet ettiği, iş çıkışı bir kadeh şarap içtiği cafeler, barlar, restoranlar, Paris’i Paris yapan mekanlar… Bu sefer hayatta kalan bizler ölümü biraz erteledik mi acaba? Ya can verenler? O masum insanlar ‘yanlış zamanda yanlış yerde’ miydiler? Geçen Cuma Paris, bir hafta önce Beyrut, bir ay önce Ankara, daha önce Madrid, Londra, Bali, Bombay ve diğerleri…? Herkes mi yanlıştı?

Yine ateş düştü, yine kan, yine dehşet, yine çaresizlik, yine gözyaşı, yine hıçkırık… Yine teröristlerin amaçları gerçekleşti, yaptıkları katliamla dünyanın gündemini oluşturdular.

II. Dünya savaşından bu yana ilk kez Cuma gecesi Paris’te sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ertesi gün şehirde müzeler, turistik mekanlar, metrolar, ülke sınırları kapatıldı; olağanüstü hal ve üç günlük ulusal yas ilan edildi. Acı karşısında o gece Paris başka bir yüzünü gösterdi: Çoğunlukla ‘kabalıkla’ suçlanan Paris taksi şöförleri taksimetrelerini kapattılar, insanları ücretsiz evlerine taşıdılar. Aynı Parisliler twitter’da oluşturdukları  #portesouvertes (açık kapılar) girişimiyle tanımadıkları insanları o gece evlerinde misafir ettiler. Bir hafta önce grevde olan doktorlar Paris’in her hastanesinde gönüllü çalışmaya koştular.

Parislilere evde kalmaları söylenirken dehşetin yaşandığı sokaklar Pazar öğleden sonra akın akın gelen insan kalabalıklarıyla doldu, taştı. Insanlar biraraya gelip birbirlerinden güç almak, birbirlerine destek olmak, birlikte ağlamak istediler. Mumlar yaktılar, çiçekler getirdiler, duygularını kağıtlara döküp mesajlar bıraktılar, şarkılar söylediler. Dünya başkentleri mavi-beyaz-kırmızı Fransız bayrağı renklerine büründü. Sosyal medyada milyonlarca dostluk, sevgi, dayanışma mesajları atıldı, terör lanetlendi. Dublin’den Vietnam’a, Katmandu’dan New York’a dünya halklarının şiddete karşı tek vücut durması kayıtsız kalınmadığının ispatı oldu. Dayanışma, yardımlaşma, insanlık… 13 kasım 2015 bu değerlerin henüz ölmediğinin ispatı oldu.

Bu ne ilk, maalesef ki ne de son…Hepimiz biliyoruz ki caniler bir sonraki ‘büyük ses getirici’ katliamlarını adım adım planlamaya başladılar bile… Içim acıyor, daha ne dramlar göreceğiz diye uykularım kaçıyor. Diğer yandan batının, ‘uzak toprakları’ yıllardır kendi emelleri ve çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışması, belli grupları yok edip diğerlerini kullanıp silahlandırması, yanlış politikalar sonucu gün gelip de ‘oyunu artık yönetemez’ olduğu kontrolsüzlük karşısında timsah gözyaşları dökmesi ise midemi bulandırıyor.

Paris yasını tutacak, ardından yaralarını saracak, yaşam biçimini cezalandırmaya çalışanlara inat yine bildiği, sevdiği, dilediği gibi yaşayacak. Günlük hayatlarına yavaş yavaş geri dönecek Parisliler. Yüreklerin ağırlığı, insanoğlunun yaşanmışlıklarına bir kara leke daha ekleyecek ama her durumda, yaşamın değeri galip gelecek, hayatın anlamı kazanacak, Işıklar Şehrinde ışıklar yine parlayacak.

Ama bugün çok erken. Henüz herşey çok taze. Bugün biraz daha yaralı, biraz daha şaşkın, biraz daha tedirgin, biraz daha hüzünlü, biraz daha öfkeli, bugün biraz daha eksiğiz.

Bir sevgili arkadasım ne de güzel ‘Sibelciğim, keşke bu son olsa…’ diye yazmıştı Cuma akşamı Facebook sayfama… Ben de naifçe ‘keşke’ demiştim. Ama kendimizi kandırmayalım. Yaşananlar ciddi ve derin, üstelik sadece Fransa’nın değil, tüm dünyanın sorunu. Akılcı analizlerin yapılması, sorumlulukların alınması, somut adımların atılması, dünya liderlerinin hatalarını masaya yatırıp stratejilerini iyice gözden geçirmesi şart. Ve acil.

Bugün sözün sonlandığı yerdeyiz.


Yoksa bu daha başlangıç mı?

Uberisation: Yeni bir toplum modeli…?

Ekim 2015

Arz ile talebin internet üzerinden direkt eşleştirilmesiyle oluşan nümerik platformlar hızla artıyor. Alan memnun, veren memnun, aracı memnun. Peki sorun ne?


Bilgiye veya alete sahip olanlarla o servise ihtiyaç duyanlar bu aplikasyonlarda birbirlerini buluyor. Bekleme yok, uzun prosesler yok, ödemeler akıllı telefonlar sayesinde yapılıyor, aracı platform da komisyonunu alıyor. Daha az fiks masraf, daha az personel, daha fazla kazanç! Iyi, güzel değil mi? Alan memnun, veren memnun, aracı memnun. Peki sorun ne? Hayatlarımıza hızla giren yeni teknolojiler toplumun sosyal modelini değiştiriyor, bugüne kadar bildik, tanıdık klasik ekonomiye darbe vuruyor. Bu ‘liberal akım’ ‘yaşlı ekonomik model’e meydan okuyor. Numerik platformların klasik şirketler gibi vergi ödememesi, sosyal kesintilerin devlet kasasına girmemesi de bir diğer sorun. Bürolar, atölyeler, ve ücretlilerle çalışan, yüksek vergi ödeyen şirketler, yani Fransız sosyal modelinde çalışanlar bu ‘haksız’ rekabet karşısında ne yapacaklar? Tabii ki tepki gösterecekler. Memnuniyetsizliklerini göstermek için sokağa dökülecekler.

Fransa’da herşey UberPop’la başladı. Amerikan devi Uber’in bir aplikasyonu olan UperPop müşterilerle ‘amatör (ve kanuna göre yasadışı) taksicileri’ eşleştiriyor. UberPop şöförleri prim ödemiyor, eğitim almıyor, araçları/kendileri sigortalı değil. Arz-talep mi? Haksızlık mı? Globalleşen dünyanın önlenemez gelişimi mi? Yoksa vahşi kapitalalizmin zaferi mi? Fransa gibi sosyal modeline çok düşkün bir toplumda bu değişimin kabullenilmesi zor.

Geçen eylül ayında taksiciler çileden çıkarttı. Yılbaşından bu yana cirolarında %30 düşüş olduğunu belirten taksi şöförleri Fransa genelinde iş bıraktı. Paris’te şehrin iki büyük havaalanına giden yolları kestiler. O gün seyahat eden insanların çoğu yollarda kaldı, uçaklarını kaçırdı. Gösteriler kimi yerlerde şiddet doğurdu: UberPop arabaları taşlandı, camları kırıldı, ateşe verildi, devrildi. Turistler zorla arabadan indirildi, şöförler dövülüp hastanelik edildi. Şiddeti onaylamak asla söz konusu değil. Pastayı paylaşmak, monopol haklarından vazgeçmek istemeyen taksicilerin tepkisini, yüksek plaka ücretlerini ödemek için banka borçları olanların öfkelerini anlamak belki mümkün. Lyon, Bordeaux, Lille ve Paris’de emiyet müdürleri UberPop’ları yasaklarken Içişleri Bakanlığı yasadışı suç faaliyeti istemiyle adalete başvurdu. Devlet dijital aplikasyon ve e-commerce sitelerinin vergi ödemeleriyle ilgili ciddi reformlar planlıyor.

Unutmayalım ki Uber Paris’te dogdu. San Franscisco’lu kurucuları Paris’te taksi bulamadıkları bir gün bu fikri hayata geçirmeye karar verdiler. Ustelik halk Uber’i çok seviyor. 400.000 kişilik bir müşteri kitlesi var, hem fiatlardan, hem servisten memnunlar. Arabalar şık, şöförler kapınızı açıyor, istediğiniz müziği koyuyor, günlük gazete/dergiler sunuluyor. Trafikte tıkanma/kaza olmuş, yol uzamış, sizi hiç ilgilendirmiyor çünkü odeyeceğiniz ücret baştan belirleniyor ve şartlara göre değişmiyor. Kalite ve fiat dalgalanmasını engellemek tüketici için anahtar motivasyon.

Bu yıl Uber aplikasyonu ile başlayan bu akım Fransa’da yeni bir fenomeni, uberisation terminolojisini günlük lisana soktu. Publicis şirketinin patronu Maurice Levy bu ifadenin popülerleşmesini sağlayan kişi. Aralık ayında Financial Times’a verdiği söyleşide ‘Artık herkes überize olmaktan korkar hale geldi. Bir sabah uyanıp işinizin yok olduğunu keşfedebilirsiniz’ dedi. Akım aslında 1999 yılında müzikte Napster’la başladı, ardından internet üzerinden direkt satış tüketiciye cazip geldi.  Bu ‘işbirliği ekonomisi’ tüm servis sektörüne yayıldı. Adrese teslimatlar, evdeki tamiratlar, taşıma, ulaşım, seyahat, sigorta, sağlık, yemek, ev işleri, araba/motorsiklet paylaşma, banka hizmetleri, özel ders derken boş garajını kiralayandan amatör dedektifliğe(!) soyunanlara kadar hiç bir sektör artık dokunulmaz değil. Ne büyük fiziki bürolara ihtiyaç var, ne onlarca personele, ne malzemeye, ne bakım giderlerine. Akıllı telefon ve start-up bir aplikasyon yeterli.

Bildiğimiz klasik şirket modeli acaba yakın gelecekte tamamen yok mu olacak? Nümerik bir platformda istihdam edilenlerin fiziksel ortamda bir şirkette çalışanlardan en az 100 kez daha az olduğu tespit edilmiş. Çarpıcı bir örnek bireyler arasında ev/oda kiralama servisi sunan Airbnb. 2008 yılında kurulan şirketin, Fransızların önemli zincir otellerinden Accor grubuna göre borsa değeri çok daha yüksek! Airbnb tüm dünyada 600 kişi istihdam ederken Accor grubu 180.000 kişi çalıştırmakta. 300 kez daha az istihdam ama daha yüksek ciro! Ekonomik olarak rüya gibi güzel bir örnek, ne dersiniz? Stratejik danışma şirketi Roland Berger’e göre on yıl içinde yeni teknolojiler, potensiyel olarak 3 milyondan fazla iş sahasını yok edecek. ‘Ekonominin dijitalizasyonu tabii ki yeni çalışma sahaları açacak. Dijital şirketlerin daha dinamik büyüme imkanları yarattığı da malum. Ama yaratılan istihdam yok edilen istihdamın yerini tutmuyor, ne coğrafi olarak, ne katma değer olarak...’
TheFamily startup’ının kurucularından Nicolas Colin ise ‘Artık ok yaydan çıktı. Bu akımın geri dönüşü yok. Nümeriğin patronları en iyi işleyen modelin insanların işi kendilerinin yaptığı oluşumlar olduğunu anladılar. Girişimcilere düşen, aktiviteyi geliştirmek için gereken  çerçeveyi sağlamak’ diyor. Ya eskiyi yok ederek yeni bir model icat edeceksin yada yok olacaksın. Ya überize olacaksın yada kendini überize edeceksin!

Yanımızda taşıdığımız ve bizi heryerde takip eden aplikasyonlar aslında bize nereye gideceğimizi ve ne yapacağımızı da dikte mi ediyor? Bu teknolojik ‘göçebe’ hali bizi ‘söz dinleyen robotlar’ haline mi dönüştürüyor? Tartışılabilir ama kesin olan ekonomik, teknolojik ve sosyal bir devrim yaratmış olduğu.

Bu ‘nümerik tsunami’yi daha çok konuşacağız. Teknoloji sayesinde tüketicinin hayatı kolaylaşacak ve ucuzlayacak. Bu kaçınılmaz gelişmeden etkilenecek meslek dallarında çalışanlara geçiş döneminde destek vermek, yeni iş alanları/istihdam sağlamak ve nümerik ekonominin yasalarla iyi düzenlenerek teknolojiyi insanlığın hizmetine sunmak birincil hedef olmalı.


Akyarlar sahilindeki küçük oğlanın düşündürdükleri…

Courtesy of Ruben Oppheimer

Eylül 2015

Akyarlar sahilinde yüzükoyun uzanmış 3 yaşındaki Kobanili küçük Aylan Kurdi’nin cansız bedeni Avrupalıların vicdanını esir alırken hem sorumluluklarıyla yüzleşmeye çağrı yaptı hem de eksiklerini yüzlerine vurdu. Konunun insani boyutunun devasa ağırlığı altında ezilmişken ‘Avrupa’nın mülteci yükünü üstlenebilecek altyapısı mevcut mudur’ sorusu ne kadar doğrudur?

Doğru değildir, etik değildir, insani değildir ama gerçektir. 

Peki, binlerce Iraklı, Suriyeli, Afgan mülteci niye Avrupa’nın kapısını çalıyor? Avrupa Birliğine göre mafya bu insanları boş umutlarla kandırmakta ve tehlikeli yolculuklara teşvik etmekte. Oysa bu binlerce kadın, erkek, çocuk dağlar, denizler, ormanlar, bombalar, yangınlar, engeller aşıyor ve Avrupa kapısında kuyruklar oluşturuyor. Minik Aylan’ın kaderinden kaçabilenler kendilerini şanslı
sayıyor. 
 
Aylan kısacık yaşamında sadece kaos, savaş ve ölüm görmüştü. Bombasız bir hayat için, yıkılmamış, yanmamış bir ev için, okula gidebilmek için, daha iyi bir gelecek için ailesiyle yola çıkmış, yolda abisi ve annesiyle can vermişti. Bir kaç saat içinde binlerce mültecinin sembolü olmuştu. Asrımızın en büyük insanlik trajedilerinden birinin aktörüydü Aylan ve o fotografla yasadışı göç dramının dünya haber manşeti olmuştu. 

Avrupa Birliğine ulaşan göçmen sayısı bu yıl geçen yıla göre üç kat arttı. Araştırmacı François Gemenne’e göre ‘Yaşananlar hem Avrupa projesi hem Avrupa ideali için büyük bir utanç;mülteci ve göçmen konularında bir Avrupa politikası olmamasının sonucu. Onurlu ve insani bir politika formüle edilememesinin, merkezi bir uyum yasası çerçevesinde Avrupa ülkelerinin anlaşamamasının acı sonu. Bu kriz bir göçmen krizi değil, bir Avrupa krizidir.’

Son dönemde ekonomik krizden çıkma trendine girmiş Fransa’da mültecilerin iltica işlemleri kesinleşene dek, ortalama bir yıl, aylık maddi yardım, sağlık harcamaları, kalacak yer, çocukların okul masrafları üstüste konulduğunda devlete maliyeti oldukça yüksek. Senaryo hemen hemen her Avrupa ülkesinde benzer. Peki Avrupa üzerine düşeni yapıyor mu? Hayır. Bugüne dek öncelikle yasadışı göçle mücadeleyi finanse etmekle uğraştılar. Son 15 yılda Brüksel, yıllık 142 milyar bütçesinin %1’ini bile bu drama ayırmadı. Son haftalarda Merkel, Hollande ve diğerleri ülkeler arasında paylaşımın daha adil olması için kotalardan bahsetmekte ama yeni bir politika üretmemekte. 14 eylülde yapılacak AB toplantısından elle tutulur bir çözüm programı çıkar mı merakla bekleniyor.

Üstelik Avrupa’nın kimi ülkelerinde devletlerin yabancı düşmanlığı ayan beyan ortaya çıkmakta. Sorumlu politikacılarin yanısıra kimi ‘küçük’ politik şahsiyetler bu ağır kriz karşısında bile popülist yaklaşımlarından vazgeçmemekte, bu problemle ilgili verdikleri beyanlarla ırkçılık dalgasını körüklemekte. Bir kısım medya kanalıyla da korkunun daha da pompalandığı izlenmekte. ‘Dünyanin tüm sefaletini ülkemize buyur edemeyiz’ sloganları medyada döne döne karşımıza çıkmakta. Ülkesine sadece Hristiyan mültecileri kabul edeceğini söyleyen Slovakya Başbakanının sözlerine kulak kabartmak yeterli aslında. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın Fransa’nın her ay 1.000 mülteciden iki yıl içinde toplam 24.000 mülteciyi ülkeye kabul edeceğini açıklamasından sonra toplum ikiye bölündü. Eski cumhurbaşkanı Sarkozy savaştan kaçanların savaş bitiminde ülkelerine geri dönmeleri şartıyla kabul edilmesini önerdi. Kimi belediye başkanları bütçeleri olmadığını, kimileri de sadece Hristiyan mültecileri şehirlerine kabul edeceklerini beyan ettiler. ‘Potansiyel tehlike olabilecek insanları topraklarımızda istemiyoruz. Cihatçı varlığı tehlikesini önlemek için mültecilerin dinleri bizim için güvencedir’ diyenler oldu. Milliyetçi Cepheye ait belediyeler de ‘herhangi bir yasadışı göçmene ev sahipliği yapmayacaklarının’ altını çizdiler. Başbakan Valls bu söylemlere sert tepki göstererek ‘Sığınma hakkı evrenseldir. Dinine göre mülteci seçilmez’ dedi demesine ama kazan kaynamaya devam ediyor.

Ülkelerinden kaçmak zorunda kalan bu insanların şu anda korunmaya, fırsat verilmeye ve hayatlarını tekrar inşa etmeye ihtiyaçları var. Kaçtıkları cehennemi yaşamayanların uzaktan hayal etmesi bile mümkün değil. Üstelik mülteci kabulü iyi yönetilir ve doğru yönlendirilirse geldikleri ülkeye entegre olmaları, sosyal hayata ve ekonomiye katkıda bulunmaları sağlanabilir. Herşey karanlık değil. Olmamalı da. Fransa’da bir çok başarılı entegrasyon örneği mevcut.

Tabii göçmene sadece hoşgeldin demek yetmiyor. Bu insanları karşılamak için bir bütçe, bir gelecek oluşturmak için düzgün bir altyapı lazım. Bugün kimi çok adaletsiz, kimi çok uzun 28 farklı uygulama olan Avrupa’da 20 yıldır yapılamayan gerçek yapısal bir Avrupa göç politikasının, ortak bir mülteci politikasının zamanı geldi de geçiyor artık. Avrupa Komisyonuna bağlı merkezi bir organ çalışmaları düşünülmeli, özellikle insan gücüne ihtiyacı olan ülkelerde imkanlar daha iyi değerlendirilmeli.

PTB (Parti du Travail de Belgique) direktörü David Pestieau ise olaya farklı yaklaşmakta: ‘Bizim başlatmaya veya büyütmeye yardımcı olduğumuz savaşların yan sonuçlarıdır bugün gözümüzün önündeki bu mülteci krizi. Bu insanlar bizim savaşlarımızın gecikmeli aynalarıdır. Dış politikalarımızı acilen yeniden gözden geçirmeliyiz. Bölgeye gönderilen tüm silahların ihracatı durdurulmalı. Bugün yapmamız gereken bölgede barış ve istikrarı sağlamaktır ki Aylan’lar ölmesin, insanlar yurtlarını terketmesin.’

Paris Belediyesi de son üç ayda 1.450 kişinin karşılanması, barınması ve sağlık kontrollerinden geçirilmesi için kolları sıvadı. Fransızlarda hayran olduğum özellik hemen sivil toplum kuruluşları sorunları sahipleniyor. Kurulan ‘jemengage.paris’ derneği sayesinde gönüllüler malzeme toplama ve dağıtmaya, hukuki danışmanlık yapmaya, mültecilere fransızca öğretmeye, idari işlerde tercüme yapmaya, lojistik destek vermeye, sosyal, kültürel ve sportif inisyatifler almaya başladılar bile…

500 milyon Avrupalının bu yıl gelebilecek 500.000 mülteciyi entegre etmesi o kadar imkansız mi? Acilen gerçekçi projeler üretilemez mi? Insan nerede doğarsa doğsun yaşam hakkına sahip olmalı. Büyüme, okuma, çalışma, sevme, sevilme, insan gibi yaşama hakkı… Aylan Kurdi ve daha binlercesinin maalesef bu hakkı olmadı. 

Ya diğerlerinin?