19 Aralık 2009 Cumartesi

Lapa lapa kar...


Lapa lapa kar altında bembeyaz bir güzelliğe bürünmüş Paris’ten yeniden merhaba !

Geçen hafta e-mailime düşen ve hoşuma giden bir mektubu kendimce yorumlayarak bu yılın son yazısında sizlerle paylaşmak istiyorum :

Mutlu ve mutsuz, kolay ve zor, neşeli ve sıkıntılı anları, inişleri ve çıkışlarıyla bir yıl daha sona eriyor.

Yıl boyunca sevdiklerimizin desteğini taktir edebilmek, engebeli hayat yolumuzu birazcık da olsa yumuşatıyor.

Insan ne kadar meşgul olursa olsun sevmek için her zaman vakit vardır.

Insan ne kadar kızgın olursa olsun bağışlamak için her zaman bir yol vardır.

Insan na kadar ‘hep buradayım’ dese de daha çok paylaşmak için her zaman bir imkan vardır.

Yarın tekrar sahip olacağımızı düşünerek paylaşmak için ertelediğimiz bir kaç dakikayı çoğunlukla bir daha elde edemiyoruz.

Mutluluk, çevremizdekileri sınır tanımadan sevmekle ve her dakikanın değerini bilmek ve hakkını vermekle başlar. Mutluluk, o anları bizzat yaratmakla da başlar.

Yakınımda ve uzağımdaki tüm sevdiklerime, henüz tanımadığım ama satırlarımı takip edip destek veren herkese bu yıl ve her yıl ‘yüreğinizdeki üzüntü, sevinç, korku, umut, sır, kuşku, cesaret, şaşkınlık, pişmanlık ve özlemleri paylaşabileceğiniz candan dostlarınızın’ olmasını diliyorum.

Her yıl arzu ettiğim gibi, yazılacaklar hiç tükenmesin ki 2010’da çiziktirmeye devam…

19 Kasım 2009 Perşembe

Paris’te Kamondo Ruzgari


Fransa’da Türkiye Mevsimi kapsamında 5 kasımda Musée d’art et d’histoire du Judaïsme (MAHJ)’da kapılarını açan ‘La Splendeur des Camondo : De Constantinople à Paris’ (Kamondoların Ihtişamı : Konstantiniye’den Paris’e - 1806-1945) sergisi Kamondo ailesinin Istanbul’dan Paris’e beş nesil süren serüvenini Fransızlarla buluşturuyor. Kamondo ailesinin bağışlarıyla oluşturulan kurumların sponsorluğunda gerçekleştirilen sergi, Nissim de Camondo müzesinin aile arşivi, Orsay müzesinin tabloları (Boudin, Degas, Delacroix, Jongkind, Manet, Monet, Renoir, Sisley), Guimet müzesinin Çin heykelleri-Japon baskıları, Louvre müzesinin mobilya ve desenleriyle halka açıldı. Serginin komiserliğini Anne Hélène Hoog, asistanlığını Virginie Michel üstlendi. Bilimsel danışmanlar arasında l’Institut français d’études anatoliennes (Istanbul) başkanı Nora Şeni, Conservation du musée Nissim de Camondo (Paris)’den Sophie Le Tarnec başta olmak üzere çok değerli müzeciler, tarihçiler ve arşivciler yer aldı.

4 kasım akşamı katıldığım sergi açılışında müze, seçkin davetlilerle hıncahınç doluydu. Salona girişte hemen solda Henri Cartier Bresson’un 1964 tarihli meşhur Kamondo merdivenleri fotoğrafı, karşıki duvarda muhteşem Galata peyzajı ve sağdaki duvarda Abdullah Kardeşler tarafından 1868’de Pera’da çekilmiş Abraham-Salomon de Camondo fotoğrafı ile karşılandık. Kamondo ailesinin bireylerine ayrılan bölümler, tarihi olaylar, eser ve objelerle şekillendirilen sergi, Kamondo’ların Fransız kültür ve sanatına katkıları, müzelere bağışladıkları paha biçilmez koleksiyonlarıyla zevk ve estetik meraklarını yansıtmakla birlikte tutkulu serüvenlerinin hüzünlü aile hikayesiyle bütünleşen trajik sonuyla gözler önüne sermekte…

Kimdir Kamondo ailesi?

Kamondo ailesi İstanbul'da yaşamış olan Sefarad Yahudilerinden bankacı bir aileydi. 15. yüzyılda Iber yarımadasından kovulan aile, önce Trieste’ye, ardından dönemin Konstantiniye’sine yerleşir. Avusturya vatandaşlığına sahip olan Salomon-Jacob Kamondo ve oğulları Isaac ve Abraham-Salomon’un 1815'te kurdukları ve Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Devletini finanse eden ‘İshak Kamondo ve Şürekası’ ünvanlı banka, Şirket-i Hayriye ve Dersaadet Tramvay Şirketi'ne ortaklıkları, Altıncı Daire-i Belediye'nin kuruluşuna verdikleri katkılar, en önemli girişimleri arasındadır.

1832’de çocukları olmayan Isaac vebadan ölünce banka, kardeşi Abraham-Salomon’a miras kalır. ‘Vezirlerin bankacısı’ olarak adlandırılan Salomon, Osmanlının ekonomik gelişimine ve İstanbul’un modernleşmesine aktif olarak katkıda bulunur. 1850’lerde torunları Abraham-Béhor ve Nissim işleri devralır. Yahudi cemaatine katkıda bulunmak amacıyla sinagoglar, hastaneler, dispanserler ve eğitimin fransızca ve türkçe yapıldığı ilk yahudi okulunu kurarlar. Abraham-Salomon 1865’de italyan vatandaşlığına geçer ve Victor Emmanuel II’nin İtalya Birliği’ni kurmasına verdiği destek nedeniyle ‘kont’ ünvanı ile ödüllendirilir.

Kamondo’ya Devlet Töreni

Kamondo Ailesi, Istanbul’a damgasını vuran, bugün çoğu harap halde olsa da hala varlıklarını koruyan sayısız yapı inşa ettirmiştir. Kasımpaşa'daki Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Galata Résidence, Serdar-ı Ekrem Sokak'taki Kamondo Hanı, Meşrutiyet Caddesi'ndeki Büyükada Han, Karaköy'de Saatçi Han, Latif Han, Lacivert Han, Yakut Han, Kuyumcular Han, Lüleci Han, Gül Han bunlar arasında sayılabilir. Doğu’nun Rothschild’leri diye anılan ailenin, Karaköy Bankalar Caddesi’ndeki bugün müzeye dönüştürülmüş olan eski Osmanlı Bankası binasının tam karşısında caddeyi üstteki Banka sokağına bağlayan sekiz şeklinde, iki yönlü, ‘art nouveau’ stilindeki ilginç basamakları yaptıran Abraham-Salomon’un naaşı, vasiyeti üzerine 1873’de yaşamını yitirince, Paris’ten kalben bağlı olduğu Istanbul’a götürülüp Hasköy’de daha önce kendisinin yaptırdığı anıt mezara devlet töreniyle defnedilir. Kamondo Istanbul’da o denli sevilen ve sayılan bir kişidir ki cenaze töreni günü tüm şehir yas tutarken borsa ve finans kuruluşları tatil edilir, Galata ve Haliç esnafı dükkanlarını kapatır, kiliselerde dahi çanlar çalınır.

Istanbul’dan Paris’e

Bankanın dış bağlantıları olması gerekliliğine inanan Kamondo ailesi 1869-1870 arasında Paris’e yerleşir ve bankanın yönetim merkezini buraya taşır; 1872’de Monceau’daki muhteşem ‘hotel particulier’de yaşamaya başlar. Süez kanalının finasmanı da dahil bir çok önemli projeye katkıda bulunur. 1889 yılı ise aile için zor bir yıldır çünkü iki kardeş garip bir rastlantıyla aynı yıl aynı hastalıktan yaşamını yitirir.

Bir sonraki nesil olan Isaac ve Moïse kuzenler cemiyet ve sosyal işlerden biraz uzaklaşıp fransız kültürünün önemli isimleri olurlar. Müzik tutkunu, besteci ve müzisyen dostu olan Isaac aktif olarak Opera, Opéra-Comique ve 1913’de Champs-Elysées tiyatrosunun oluşumuna katkıda bulunur. 1891’de Türkiye’nin Paris başkonsolosu tayin edilen Isaac, 1911’de ölümünde, büyük bir tutkuyla oluşturduğu muhteşem koleksiyonunu (gravür, pastel, desen, aralarında Manet’in Le Fifre, Degas’in Les Repasseuses, Monet’nin Cathédrales de Rouen serisi, Cézanne’in La Maison du pendu’sü de bulunan tabloları, 418 japon baskısı dahil uzakdoğu sanat eserleri, ortaçağ ve rönesans mobilyalarını) Louvre müzesine bağışlar. 1945’da Guimet müzesinin açılışıyla bağışın uzakdoğu koleksiyonu bu müzeye, 1986’da Orsay’in açılışıyla da koleksiyonun empresyonist kısmı (altmışın üstünde yağlı boya, bir çok pastel ve desen) bu müzeye aktarılır.

Kuzeni Moïse (1860-1935) rue de Monceau 63 numarada bulunan Paris’in en şık ‘Belle Epoque’ dönemi şaheserlerinden evini ve koleksiyonunu 1917’de I.Dünya savaşında hayatını kaybeden oğlu havacı Nissim’in anısına l’Union centrale des Arts décoratifs’a bağışlar. Moïse’ın ölümünden bir yıl sonra 1936’da, ‘Nissim de Camondo’ müzesi kapılarını halka açar. II.Dünya savaşında Moïse’in kızı Béatrice, kocası Léon Reinach ve iki çocuğuyla nazi kamplarında hayatlarını kaybeder ve bu trajediyle Kamondo soyu trajik bir sonla noktalanır.

6 kasım ila 7 mart tarihleri arasında MAHJ’da gezilebilecek sergi kapsamında, katkıda bulunan diğer müzeler de özel indirimlerle ziyaret edilebilmekte, sergi nedeniyle konferans ve konserler ardarda Paris’in kültür ajandasında yerlerini almakta. Fransa’da Türkiye Mevsimi esintileri devam ededursun yılın son haftalarında bu özel ailenin rüzgarı da Parislileri çoktan etki altına aldı bile…


Kaynakça:
Pierre Assouline, Le Dernier des Camondo, Editions Gallimard, Paris, 1997
Nora Şeni&Sophie Le Tarnec, Les Camondo ou l'éclipse d'une fortune, Actes Sud, 1997
Le Figaro Scope, supplement du Figaro, 04/11/2009
Sylvie Legrand-Rossi, Le Musée de Nissim Camondo, Les Arts Decoratifs, Paris 2009
Naim A. Güleryüz,
http://www.muze500.com/content/view/358/257/lang,tr/
http://fr.wikipedia.org/wiki/Famille_Camondo
Yazı 18 kasım 2009 tarihli Şalom gazetesinde yayınlanmıştır.

15 Ekim 2009 Perşembe

Anahtar


Hiç anahtar kaybettiniz mi? Evinizin anahtarını kaybedip sokakta kaldınız mı? Ya da birşeyi sakladığınız dolabın anahtarını bulamayıp zor anlar yaşadınız mı? On yaşında bir kız çocuğu için bir anahtar ne anlam ifade edebilir? Ya dört yaşındaki erkek kardeşi için? Basit bir anahtar Sarah’ın tüm hayatını şekillendirmiştir.

Yıl: 1942. Temmuz ayının 16’sı. Gece yarısı Paris’in Saintonge sokağında Sarah’ın anne, baba ve erkek kardeşiyle yaşadığı evlerinin kapısı büyük bir gürültüyle çalar. Gelen Fransız polisidir. Bir süredir sadece erkeklerin toplanıp bilinmeze götürüldükleri duyumunu almış olduklarından baba, geceleri apartmanın bodrumundaki kilerde uyumaktadır. O gece de durum aynıdır. Kapıyı açan anne ‘Hemen hazırlanın, sizi götüreceğiz!’ emrine uymaktan başka bir seçeneği olmadığını biliyordur. Sarah’a kardeşini uyandırmasını ve giyinmelerini söyler. Hızla içeri odaya koşan Sarah, küçük kardeşinin korku dolu gözlerle bakışına ve ‘Ben gizli köşemize gideceğim’ yalvarmalarına dayanamaz. Polislerin kardeşini henüz görmemelerinden yararlanarak her zaman birlikte oynadıkları, dışarıdan farkedilmeyen dolaba saklanmasına izin verir. Dolabı kilitleyerek kardeşinin burada güvencede olacağından emin ‘Sakın ses çıkartma, senin için geri geleceğim, söz veriyorum.’ der ve anahtarı cebine saklar. Almalarına izin verilen bir kazak, bir gömlek ve bir ayakkabıyı koydukları bavullarıyla avludan geçerken anne kendini tutamaz ve kocasının ismini üç kez haykırır. Kilerden sesi duyan baba, eşine ve kızına katılır; sokakta toplanmış diğer Yahudilerle birlikte kamyonlara binerler. Bir kaç saat içinde evine döneceğini zanneden Sarah’ın o andan sonraki yaşam öyküsü yürekleri dağlar. Mayıs 2002’de konuyla ilgili bir yazı hazırlaması istenen gazeteci Julia, Fransa’nın tarihinde kara bir leke olan bu olayı araştırırken hayatının değişeceğini, yılların ardında gizli kalmış aile sırlarını keşfettikçe Sarah ile yaşam yollarının birleşeceğini düşünemez bile...

Tatiana de Rosnay’nin Sarah’s Key (Sarah’ın Anahtarı) adlı kitabını neredeyse nefes almadan bir gecede bitirdim. Hepinize olmuştur, bazen öyle kitaplar vardır ki ‘şu bölüm bitsin ara vereceğim, bu bölümü de bitireyim yemek yiyeceğim, bir bölüm daha... ışığı söndürüp yatacağım’ dersiniz ama elinizden bırakamazsınız, işte böyle bir kitap. Sarah’ın Anahtarı, iki ana karakterin yaşamlarının parallel anlatıldığı bir roman ama yazar kitabının setini işgal altındaki Fransa’da yaşanan gerçeklerle oluşturmuş. Özellikle Fransızların hiç de konuşmaktan hoşlanmadıkları Vélodrome d’Hiver ya da kısaca Vel’ d’Hiv Baskını. Yazarın kitabın önsözünde de belirttiği gibi ‘Bu kitap bir tarih çalışması değildir, Vel’ d’Hiv çocuklarının anısına yazılmıştır. Asla geri dönmeyen çocukların anısına...’

Doğrusu olayı biliyor ama detaylarını bilmiyordum. Kitabı bitirdikten sonra araştırmaya karar verdim. Önce, neydi bu baskın? Fransa’da II. Dünya Savaşı sırasında yapılan en büyük toplu tutuklama. Nazilerin Avrupa ülkelerinde başlattıkları harekata Vichy hükümeti gönüllü katılmış, 9.000 polis ve jandarma operasyon için seferber edilmiş, o gece Paris ve çevre banliyölerde tutuklananların sayısı polis kayıtlarına göre 13.152 kişiye ulaşmıştı. Toplanan grup daha sonra Paris yakınlarındaki Drancy ve biraz daha uzaktaki Beaune-la-Rolande ve Pithiviers toplama kamplarına, ardından da ölüm kamplarına gönderilirler.

Peki neresiydi bu velodrom? Şu anda Paris’te Bir-Hakeim metro istasyonunun bir paraleli, rue Nélaton, yani şehrin göbeği.. Eyfel kulesini ziyaret etmeye giden her turistin kullandığı metro ve yürüdüğü yolun tam üstü. Sözü edilen kapalı kış stadyumu uzun yıllar bisiklet yarışlarının yapıldığı bir spor alanı olarak kullanılmış, 1959 yılında ise tamamen yıkılmış. Bugün yerinde Içişleri Bakanlığının bir ek binası olması oldukça ironik geldi bana! En azından bir plaket bulabilir miyim diye sokağı bir kaç kez turladım, hiç bir iz yok. Sanki olanları kimse hatırlamak istemiyor, aynı çoğu Fransızın Vichy dönemini yok saymayı tercih etmesi gibi... Artık umudumu kesip metro durağına geri yürürken mütevazi plaket önüme çıktı: ‘16-17 Temmuz 1942’de 4.115 çocuk, 2.916 kadın ve 1.129 erkek bu stadyumda insanlıkdışı şartlarda hapsedilmiş, ardından ölüm kamplarına gönderilmiştir.... Geçerken hatırla!’ Plaketi bulduğumda sanki eski bir dostla karşılaşırcasına içim biraz olsun rahatladı, suçsuz insanların ruhu sanki ‘biz hala buradayız’ diyordu.

17 Temmuz 1994’de velodromun hemen arkasındaki nehir kıyısı Quai de Grenelle üzerinde ölenlerin anısına açılan anıtta (her yıl temmuz ayında anma töreni düzenleniyor) masumiyeti simgeleyen çocuk, hamile kadın ve yaşlı insan figürleri yer almakta. 20 temmuz 2008 tarihinde de Bir-Hakeim metrosuna yine olayın detaylarını içeren bir pano asılmış.

Bir romandan yola çıkarak, tarihi yerinde daha detaylı öğrenip Paris’in merkezindeki bu gizli köşeyi keşfimin ardından olaya isyan, derin bir hüzün ve kara gözlüklerimin arkasında gizlemeye çalıştığım gözyaşlarımla evin yolunu tuttum.

Sarah’s Key’yi okumanızı tavsiye ederim. Bir daha anahtar deyip geçmeyeceksiniz.

Yazı 30 eylül 2009 tarihli Şalom gazetesinde yayınlanmıştır:




30 Eylül 2009 Çarşamba

Eylul sona ererken...


Yaz tatili ve eylül ayı rentrée’sini atlattıktan sonra hayat çoğumuz için eski ritmine geri dönüyor.

Peki, eylül ayında gündemi meşgul eden başlıklar neydi? Bu yıl rentrée’nin en sıcak dosyalarından biri La Poste (Posta)’un statü değişikliği. Posta çalışanları geçen haftalarda hemen greve girip tepkilerini gösterdiler tabii ki. Cumhurbaşkanı ile eski başbakanlardan Villepin arasında iplerin gerildiği Clearstream davası açıldı. Işsizlik oranının yüksekliği, kepenk kapatan işyerleri, yeni vergi ‘taxe carbone’, jogging yaparken kayıplara karışan kadın derken bir de intiharlar birbirini izliyor. Ilk tv’de izlediğimde inanamamış, yanlış duyduğumu düşünmüştüm. France Telecom’da iki yıldan az bir süre içinde intihar eden çalışan sayısı 24 imiş! Korku filmi gibi, düşünsenize iş yerinizde ayda bir, bir iş arkadaşınız intihar ediyor! 11 eylülde 32 yaşındaki çalışanın ardından listeye bugün Annecy’deki call center (çağrı merkezinde) çalışan 51 yaşındaki iki çocuk babası bir kişi daha eklendi. Karısına bıraktığı mektupta, kararına işyerindeki baskıların neden olduğunu yazmış. Personel politikalarının gözden geçirileceğine söz veren CEO’nun beyanı pek bir işe yaramamış anlaşılan…Fransa’da iş yaşamındaki stres nedeni ile her gün bir kişinin intihar ettiği hesaplanıyor, daha önce Renault’da da duymuştuk. Bunların kişisel dram olmadığı, direkt çalışılan şirkette sürekli rakam ve performans baskılarıyla ilintili olduğu belirtiliyor.

Ya süt krizi? Günlerdir boş arazilere dökülen ve heba olan tonlarca sütü gördükçe içim cız ediyor. Tamam, geçinemeyen üreticiler tepki göstersinler ama dünyada açlık ve sefalet içinde milyonların olduğu düşünülürse tepkiler daha yararlı bir şekle dönüştürülemez mi? Sivil toplum kuruluşlarıyla elbirliği yapılıp süt bulamayan, satın alamayan onlarca ihtiyaç sahibine gönderilemez mi? Neyse ki Brüksel’deki Avrupa Komisyonunun önünde yaptıkları ‘show’dan sonra son günlerde pazar yerlerinde halka dağıtmayı akıl edebildiler.

Domuz gribinde alarm zilleri ise çoktan çalmaya başladı. Hasta sayısına her hafta 100,000 yeni hastanın eklendiği ‘pandémie’ tüm hızıyla devam ediyor. Okullar kapanıyor; metro, sinema ve tiyatrolarda maskeyle gezmeye başlayan insanlar çoğalıyor. Sağlık personeli hazırlıklarını yapıyor, her kasaba ve semtte toplu aşı yapılabilecek merkezler hazırlanadursun ekim ayında piyasalara çıkacak aşı dört gözle bekleniyor ama o konuda da sağlık camiasında farklı görüşler savaşı var. Halk ise çaresiz, biraz da paranoyayla olacakları bekliyor.

Bu yazıyı böyle karamsar bitirmeyelim, biraz da çoşkuyla takip ettiğimiz Fransa’da Türk Mevsimi kapsamında doludizgin süregelen aktivitelerden bahsedelim: Ara Güler sergisi MEP’te (Maison Européenne de la Photographie) 11 ekime kadar gezilebilir. 3-4 ekim tarihlerinde Maison des Cultures du Monde’da Beckett/Hikmet’in iki kısa piyesi izlenebilir. Ekim ayında Grand Palais’de açılacak ‘Bizans’tan Istanbul’a’ sergisiyle eş zamanlı Eyfel Kulesi de Türkiye renklerine bürünecek. 9-18 Ekim arasında UTLS’de (Université de tous les savoirs) her akşam saat 18:30’da ücretsiz konferans serisi gerçekleşecek. Türkiye-Avrupa Birliği, Kıbrıs sorunu, Türkiye ve Insan Hakları, Islam ve Politika, Türkiye’nin dış politikası başlıklardan bir kaçı… Daha geniş bilgi için: http://www.utls.fr/ ve tüm aktivitelerin listesi için: http://www.saisondelaturquie.fr/

20 Ağustos 2009 Perşembe

Le Cafe Turc


Bu yaz farklı bir yaz Paris’te. 2006 yılında Türkiye’de gerçekleştirilen Le Printemps Français (Fransız Ilkbaharı) kapsamında başarıyla sürdürülen etkinliğin bu yıl Fransa’da Türkiye Sezonu ile devamına karar verildi. 1 temmuz- 31 mart arası dörtyüzün üstünde aktivite ile sürecek sezon, yaz aylarında şehir tatiller nedeni ile boşalsa da temmuz ayında start aldı. Mercan Dede-Anadolu Ateşi açılış gecesinden sonra Paris Sinema Festivaline Türkiye, şeref konuğu ülke olarak katıldı; Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu’nun eserleri başta olmak üzere kırkın üzerinde film gösterime girdi.

Paris Senatosuna bağlı Orangerie’de Istanbul Modern Sanat Müzesi işbirliğiyle Galata Köprüsü temalı BRID6E adlı fotoğraf sergisi (Köprü-Altı sözünden esinlenerek) açıldı. Haliç üstündeki köprülerle ilgili en eski otantik döküman olan Leonardo da Vinci’nin Sultan II. Beyazıt’a 1502 yılında yazdığı mektup sergilendi. Mektupta Halicin iki yakasını birleştirecek bir köprü inşa etmeyi öneren Leonardo’nun bu isteği gerçekleşmemiş, Galata’da ilk köprü ancak 1845 yılında inşa edilebilmiş ve günümüze dek dört kez yenilenmiştir. Eski fotoğraflar içinde 1890’da köprü geçişlerinde ücret toplayan fesli, beyaz kıyafetli iki görevli fotoğrafı ve Şah Rıza Pehlevi’nin 1934’deki Istanbul ziyaretinde köprü üstüne kurulan tak çok ilgi çekiciydi. Sergide ayrıca 6 fotoğraf sanatçısı kendi objektiflerinden Galata’nın zengin, canlı, çok kültürlü tarih ve yaşamını yorumladılar. Merih Akoğul’un siyah- beyaz fotoğrafları eski köprüye bir ağıt, Murat Germen’in pano ve tabelaları zenginlik ve fakirlik arasında bir köprü kurmuştu sanki. Cemal Emden’in fotoğrafları ise Galata köprüsü ve çevresini 6 ayrı açıdan dev boyuttu yansıtmıştı. Aynı sanatçının Le Café Turc’deki Istanbul in (E)Motion sergisi de fotoğraflardaki hareketliliğin mükemmel yansıtılması ile insanı alıp götüren bir esinti gibiydi sanki… Peki neyin nesi Le Café Turc ?

Yazının devamı için: http://www.salom.com.tr/news/detail/12763-Le-Cafe-Turc.aspx
(19.08.2009 tarihli Şalom gazetesinde yayınlanmıştır.)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Paris’te Farkli Bir Yaz

http://www.saisondelaturquie.fr/
Paris’te yaz demek bizim Türkiye’de anladığımız gibi bir yaz sezonu demek değil. Maalesef bu şehirde yaz, öyle yazlıkları giyip üç ay boyunca hayatın sokaklarda sere serpe yaşandığı şehirlerden çok farklı yaşanır. Uzun izinlerin yapıldığı, küçük esnafın neredeyse 6 hafta dükkan kapattığı bu dönemde sakin şehir tatile gitmeyen küçük bir kesim Parisliye ve yerli/yabancı turistlere kalır.

Ama iklim çok sıcaklarla arası iyi olmayanlara kucak açar, üstelik şehir herşeye rağmen heyecan verici yaz aktiviteleri sunar: 21 Haziran’da tüm ülkede amatör-profesyonel herkesin sokaklarda müzik yaparak kutladığı Fête de la Musique (Müzik Bayramı), 6-26 Temmuz arası Paris Caz Festivali, bu yıl 14 Temmuz Bastille gününde Johnny Halliday konseriyle Eiffel kulesinin 120. yılı için nefes kesici havai fişek gösterileri, her yaz 20 temmuz-20 ağustos arası Seine nehri kıyısınca tonlarca kumun döşenip şemsiyeler, şezlonglar, piknik yerleri, kafeler, dondurmacılar, çeşitli spor olanakları, akşam konserleri sunulan Paris Plages (Paris Plaj) ve Paris Caz Festivali ilk akla gelenler…

Bu yıl bu heyecana IKSV ile CulturesFrance’ın işbirliğiyle organize edilen La Saison de la Turquie (Fransa’da Türkiye Sezonu) açılışı nedeni ile 4 temmuz’da Trocadero meydanında düzenlenen Mercan Dede konseri ve Anadolu Ateşi gösterisi büyük renk kattı. Etkinlik öncesi maalesef pek tanıtıma ağırlık verilmediğinden biraz ‘Fransa’daki Türklere Türkiye’ tanıtımı oldu ama yine de yolu bu bölgeden geçen Fransızlar müzik dinleyip hava fişek gösterilerini izlediler. Ardından gözler Louvre müzesinin bahçesi olan Jardin des Tuileries’deki Café Turc’ün açılışına çevrildi. Kimilerine göre hava muhalefetinden kimilerine göre son anda yaşanan ödemelerin gecikmesi nedeni ile açılış ertelendi. 18 temmuz cumartesi akşamüstü davul ve zurnacılardan kurulu Trakyanın Bohemleri grubunun coşkulu müziği, daha önce bu tür bir aktiviteye hiç evsahipliği yapmamış, müzeden alınan özel izinlerle günde 15,000 kişinin geçtiği bahçede ilgi yarattı ama pazar günü mekanın inşaatı henüz bitmemiş, kahve servisi başlamamıştı. Parkın girişinde aktivitenin yerini gösteren hiç bir pano olmaması da yeri bulmak isteyenlere zor anlar yaşattı.

Türkiye sezonu, yaz tatili dönemine denk gelen bu aylarda sönük başladıysa da 9 ay boyunca Grand Palais ve Louvre’deki büyük sergiler, ekim ayında Eiffel kulesinin Türk bayrağı renklerine bürünmesi başta olmak üzere Fransa’nın bir çok şehrinde 400’ün üzerinde etkinlik sayesinde Fransa’da biz Türklerden çokça bahsedileceğine inanmak istiyorum. Çoğu Fransızın bilgisizlikten veya önyargıdan oluşan görüşlerinin birdenbire değişeceği mucizesini beklemiyoruz tabii ama büyük emeklerle hazırlanan bu sezon sayesinde ülkemizin kültürel, sosyal, ekonomik ve bilimsel çoksesliliğinin yansıtılacağına, Fransızların ‘Türklerin Avrupa’ya katkıları’na kafa yoracaklarına ve pek tabii ki Türkiye’ye Fransız turist gelişini arttıracağına içtenlikle inanıyorum. Café Turc’de dağıtılan çantaların üstüne Istanbul 2010 Kültür Başkentiyle ilgili tanıtım koyma kararına da bravo diyorum!

Yazın bu şehirde beni en sevindiren aktivite, Cinéma au Clair de Lune (Ay Işığında Sinema). 5 ila 23 Ağustos arasında her akşam şehrin ayrı bir semtinde gerçekleştirilen gösterimler hava muhalefetinin gazabına uğramazsa süper keyifli olacak.

Cuisine Creative dergisinde dikkatimi çeken bir haberle noktalıyorum bugünkü yazımı… Daha önce Budapeşte, Brüksel, Las Vegas ve Dubai’de benzerleri düzenlen, çoğumuzun bütçesini çok aşacak bu aktivite Paris için bir ilk. 11 ila 15 eylül arasında Marc Veyrat, Pierre Gagnaire, Yannick Alléno, Thierry Marx ve Georges Blanc gibi 11 Michelin yıldızlı şef, Ritz Otelinin barmeni ve Elysees Sarayı aşçılarının hazırlayacakları yemekler, beş gün boyunca öğlen iki, akşam üç servis olmak üzere 550 şanslı gurmeye sunulacak. Nerede mi? Tuileries Bahçesinin üzerinde bir balon içinde….Diner in the Sky adıyla düzenlenecek etkinlikte menü fiatları 924 ila 1400 euro arasında değişecek ve gelirin bir kısmı Fédération des Maladies Orphelines’e aktarılacak. Çılgınlık mı, fantazi mi, romantizm mi, hayatta bir kez şansı mı? Artık karar sizin…

4 Haziran 2009 Perşembe

4 Haziran 2009


Bayram, seyran, dedik, ilkbahar geldi, geçiyor, yaz göründü... Blog yazılarım gözümde tüttü ama günler başka önceliklerle dopdolu geçiverdi: biraz sevinç, biraz hüzün, biraz hoş sürprizler, biraz sağlık sorunları derken haziran ayına giriverdik. Bu sabah cici bici ciltlenmiş tez kopyalarımı üniversiteye postaladım. Gerçekten çok yoruldum ama çok severek çalıştım, bir çok yeni şey öğrendim, konunun ehli profesörler ve yeni insanlar tanıdım, köklerimle ilgili yeni bilgiler keşfettim. Kısaca çok emek verdim ama benim için değdi. Umarım değerlendirme kurulu da benim gibi düşünür de şu yaşımda kalkıştığım bu macerada tekrar diploma almak nasip olur!

‘Kişisel hayatından bize ne? Sen Paris-Istanbul’dan anlat diyenlere’, ‘Sabırsızlanmayın, işte yeniden bıraktığımız yerden başlıyoruz’ diyeceğim. Ama doğru bir cümle olmayacak bu çünkü hayatta asla bıraktığımız yerden başlayamıyoruz. Kimi zaman yıllarca görüşmediğiniz eski bir dostunuza rastlarsınız da sözler biter, muhabbet tıkanır, suya sabuna dokunmayan laflarla zaman öldürülür. Ya da tam tersi, hiç bırakmamışcasına muhabbet alır yürür, karşınızdaki sanki dün ‘yarın görüşmek üzere’ öpüşüp vedalaştığınız kişidir; o sizin, siz onun hayatının içinde hep yer almışsınız gibi hissedersiniz. Her ikisi de zaman zaman yaşadıklarımızdır ama yine de aslında hiç bir şey durağan değil: akıp geçen günler, aylar, yıllar, yaşlar, hüzünler, özlemler, yaşanmışlıklar, yaşanamamışlıklar, gerçekleşen ya da gerçekleşmeyen hayaller... hayat mı kimine daha acımasız davranır ya da insan mı hayattan alacağını es geçer? Bilmiyorum ama sözüm söz, burada felsefeye nokta koyup Paris’teki havaya döneceğim!

Güzel, güneşli, ılık havalar yaşıyoruz son gunlerde... Nisan ve mayıs ayındaki fırtınalara, sağnak yağmurlara inat... Rio-Paris seferini yapan Air France uçak kazası yürekleri dağladı. Politik atmosfer canlı çünkü Avrupa Parlamentosu seçimleri bu Pazar... Tüm seçim dönemlerinde olduğu gibi Türkiye, politikacılar tarafından sıkça seçim malzemesi olarak kullanıldı. Ekonomide küçücük olumlu kırıntı haberler varsa da her ay işsizler ordusuna yeni kişiler ekleniyor, alım gücü düşmeye devam ediyor. Sporda Roland Garros tenis rüzgarı esmeye devam ediyor. Bir de son aylarda iki farklı tip çılgın protesto eylemine tanık olduk.

Ilki süpermarket basma olayları! O ne demeyin, şöyle ki grup sözleşip eylem yapacakları marketi belirliyor, önceden ziyaret edip lojistiğini ayarlıyor. Belirlenen günde markete giriyorlar, ütü masalarının üzerine örtüler seriliyor, pikniğe başlıyorlar ; yiyecek içecek malzemelerini açmaya ve tüketmeye, etraftan geçen diğer müşterilere ikram etmeye... Bisküiler, sütler, meyveler, ekmekler, peynirler... Güvenlik olaya müdahale etmeye çalışıyor ama öncesinde haber verdikleri basın mensupları da markete gelip röportaj ve çekimlere başlayınca işverenin işi zorlaşıyor. Kendilerini yeni militanlar diye adlandırıyorlar, amaçları büyük zincir marketlerin haksız marjlarla fiatları şişirmelerini protesto etmek…

Ikinci tip eylem ise toplu işten çıkartma kararı alan şirketlerin Insan Kaynakları müdürlerini odalarına hapsedip rehin tutma! Bir anlaşmaya varılıncaya dek adamları dışarı salmıyorlar, iş yerindeki bilgisayarları, ofis ekipmanını pencerelerden aşağıya atıyor, kırıyor, yıkıyorlar...

Koyun gibi herşeyi kabullenmiyorlar, tepkilerini mutlaka gösteriyorlar ama diğer yandan benim aklım almıyor, bu eylemler nasıl olur da cezalandırılmıyor…Fransız milletinin devrimci ruhu, her daim eylemciyi destekleme, zayıfın yanında olma özellikleri bunda rol oynuyor olsa gerek... Bakalım gelecek günlerde daha ne ‘parlak’ olaylara tanık olacağız.

Paris-Istanbul hattında konular bol, pek yakında yeni bir başlıkta buluşmak dileğiyle...

20 Mart 2009 Cuma

2. Yaş Günü


Paris-Istanbul bu ay IKINCI mumunu üflüyor!

Benim blogum biraz da sizlerin blogu. Yazdığım ve gönderdiğim yazılarla usulca bilgisayarlarınıza, evinize, ofisinize kondum, en önemlisi bana, duygu ve düşüncelerime kalbinizi açtınız. Yorumlarınızla yol gosterdiniz, destekleyip yüreklendirdiniz. Tanıdıklarımın ve arkadaşlarımın yanısıra Dubai’den Kanada’ya, Venezuela’dan Tayland’a dünyanın dört bir yanından yazılarımı takip edenlerim var. Bir de blog sayesinde tanıştığım bir çok yeni arkadaşım var. Özellikle son “Cordon Bleu” yazıma aldığım yorumlar inanın gözlerimi yaşarttı. Hepinize kucak dolusu teşekkürler...

Bu ay ikinci bir kutlama daha var. Blogun sahibi de Mart doğumlu-sadece bloguyla arasında çok büyük yaş farkı var! Ama birlikteliklerini engellemiyor, aksine güçlendiriyor. Denir ya çocuklukta 4-5 yaş büyük farktır da 30 yaşınızı geçince artık pek bir anlamı kalmaz diye.. Ben de kırk yaş sendromunu epey ağır yaşamış ama ardından yaşlara çok takmama kararı almıştım. En çok da kayınvalidemin sözlerini severim: ‘Yaşlanmak değil, yeni bir yaşı karşılayabilmenin sevincini kutluyorum’ der her doğumgününde...

Bugünün bir diğer özelliği de ilkbaharın ilk günü. Bu yıl 20 martta Fransa saatiyle 12:43’de ilkbaharı karşılıyoruz. Ilkbahar Ekinoks’u, dünyanın her noktasında gece ile gündüzün eşit olduğu özel bir gün. Paris’te muhteşem güzel bir gün, pırıl pırıl güneş, masmavi bulutsuz bir gökyüzü. Işte etti mi üç kutlama..

Bu kız ne diyor bugün demeyin, kutlama mutlama! Tezimi bitirme çilesiyle neredeyse gece yarılarına kadar çalıştığımdan bugünkü konu biraz “hafif” oldu, kusuruma bakmayın. Hem ne güzel demiş atalarımız “Deliye her gün bayram” diye: ))

26 Şubat 2009 Perşembe

Le Cordon Bleu’de Turk Ruzgarı


Le Cordon Bleu Fransa’nın en önemli aşçılık okulu. Her yıl dünyanın dört bir yanından gelen aşçı adayları bu okulda Fransız gastronomisinin temellerini öğrenmekte, diploma (Le Grand Diplôme) almak için yoğun ve zorlu bir eğitim görmekte. Bu okuldan mezun olmak aşçılık mesleğinin kilometre taşlarından. Ama Cordon Bleu sadece bir okul değil, aynı zamanda geleneksel Fransız mutfağının korunmasını ve tanıtımını kendine ilke edinmiş, adı “mükemmelliyetçilik”le özdeşleşmiş önemli fransız kurumlarından biri.

1895 yılında Martha Distel La Cuisinière Cordon-bleu adlı haftalık bir dergi yayınlamaya başlar. Dergide ünlü şefler makaleler aracılığıyla dersler verirler; aşçıların tarifleri, püf noktaları yer alır. Derginin ismi özel seçilmiştir çünkü Cordon Bleu, l'Ordre des Chevaliers du Saint Esprit mensuplarının kullandıkları mavi kurdelenin adıdır ve 18. yüzyılda işinde mükemmelliğe ulaşan kişilere, daha çok da aşçılara bu isim verilirdi. Günümüzde halen çok iyi yemek pişirenlere “comme un cordon bleu” tamlaması layık görülür.

Derginin iyice ünlendiğini gören Mme Distel yemek derslerinin iş başında, yani şefler bizzat yemekleri yaparken izlenip öğrenilmesinin çok daha ilginç olacağını düşünür ve dergiye abone olanları ücretsiz yemek derslerine davet eder. Ilk ders 14 Ocak 1896’da Palais Royal yakınlarında düzenlenir ve ilk kez bir gösteride elektrikli ocak kullanılır. Dersler büyük sükse görür ve tüm dünyadan öğrenciler okula akmaya başlar. 110 yılı aşkın geçmişi olan okul Londra, Ottowa, Sydney ve Tokyo’da şube açar.

Peki Türk rüzgarı neyin nesi derseniz şöyle: Bir kaç ay önce internet kanalı ile sevgili Sevim Gökyıldız’la tanıştım. Sevim Hanım yemek yazarı ve Mutfak Dostları Derneği Başkan Yardımcısı. Yıllardır Fransa’da Türk mutfağını tanıtmak amaçlı bir çok faaliyete imza atıyor. 2002 yılından bu yana Annecy’deki Imperial Palace’da 15 gün boyunca düzenlediği “Afiyet Olsun” Türk Gastronomi ve Kültür Festivali fransız basınında çok büyük ilgi görmekte. Cordon Bleu’de Chef Invité programı kapsamında bu yıl beşincisi gerçekleştirilen programda kendisine eşlik etmemi teklif ettiğinde havalara uçtum. Hem eğitimimin bir kısmını bu okulda almıştım hem de bu yıl devam ettiğim Reims Üniversitesinde Gastronomi programı çerçevesinde etnik türk mutfakları üzerine tezimi yazıyordum. Cordon Bleu’de düzenlenecek bu programın parçası olmak çok heyecan vericiydi.

18 şubat günü öğlen saatlerinde hazırlıklarımızı yapmaya başladık. Amaç mutfağımızın geleneksel lezzetlerini ve özel ürünlerini tanıtmaktı. Mercimek köfte ve imambayıldı, hazırlayacağımız iki ana yemekti. Sevim Hanım Cordon Bleu’nun ricası üzerine menüye fıstıklı baklava yapımını da eklemişti.

Gösteri saati yaklaştı, heyecan yükseldi. Hepsi geleceğin şefleri olacak dünyanın dört bir yanından Çinli, Japon, Rus, Amerikalı, Venezuelalı, Yunanlı, Kuveytli öğrenciler, misafirler ve basın yerlerini aldı. Cordon Bleu’nün Halka Ilişkiler, Festival ve Promosyon Müdiresi dünya tatlısı Catherine Baschet açılış konuşmasını yaptı, kendimizi tanıttıktan sonra kolları sıvadık. Önce baklavanın hamuru açılıp dinlenmeye bırakıldı. Ardından patlıcanları soyup harcını hazırlamaya koyulduk. Sonra da haşladığımız mercimeklere kabaran bulguru katıp başladık yoğurmaya... Gösteride Fransiz-Türk mutfakları karşılaştırıldı, Türk mutfağının incelikleri anlatıldı, yemeklerimizde kullandığımız bulgur, kırmızı mercimek, biber salçası, pul biber ve nar ekşisi tanıtıldı.

Programı T.C. Paris Büyükelçiliği Kültür ve Tanıtma Ataşesi Sn. Dr. Hasan Yavuz da onurlandırdı. Gösteri sonunda, okulun kış bahçesinde hazırlanan kokteylde, öğrenciler, öğretmenler, şefler ve davetlilere mercimek köfte, kuruyemiş, baklava ve Türk rakısı ikram edildi.

Temmuz 2009 tarihinde başlayacak, Fransa’da yaşayan biz Türklerin dört gözle ve büyük bir heyecanla beklediği Fransa’da Türk Sezonu aktiviteleri arasında daha nice tanıtımlara...

13 Şubat 2009 Cuma

Sahne Senin Istanbul


Avrupa Kültür Başkenti projesi 1985’de dönemin Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından ortaya atılır ve aynı yıl Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi projeyi uygulamaya koyar. 1985'ten 2000 yılına kadar Avrupa Birliği'ne üye olan ülkelerin kentlerinden biri Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilir ve 2000 yılında, yeni binyıl nedeniyle Avrupa Kültür Başkenti ünvanı hem birden fazla kente, hem de AB Adayı olan ülkelerin kentlerine verilmeye başlanır. Anımsayacaksınız projemiz « Istanbul: 4 Elementin Şehri »(toprak, su, hava, ateş) diye sunulmuş ve kabul edilmişti. 2010 yılında Istanbul, bu ünvanı Almanya’nın Essen ve Macaristan’in Peç şehirleriyle paylaşacak.

Bu kapsamda Istanbul’un kültür mirasını dünyayla paylaşması, yeni müzelere kavuşması, kentin çehresinin değişip yaşam kalitesinin artması, turizme katkısı inanılmaz heyecan verici (2008 yılında Istanbul’a gelen turist sayısının 8 milyondan 2010’da 12 milyona çıkması ciddi bir hedef)

Geçen hafta komite başkanı Nuri Çolakoğlu’nu televizyonda izlerken neredeyse koltuğumdan Istanbul’a ışınlanmak istedim. Ne büyük bir coşkuyla anlatıyordu: Bir sivil toplum projesi olarak başlayan çalışmalar belediyelerin ve devletin katkısı ile gelişir. Avrupa’dan gelen sembolik fon, bütçenin sadece binde 3’ü olmasına rağmen toplamda küçük sayılmayacak bir bütçeyle kolları sıvamışız. Bu yıl içinde büyük retorasyon ve yenileme çalışmaları ile Istanbul’un altı üstüne gelecek gibi gözüküyor. Özellikle Kongre Vadisinde restore edilen Muhsin Ertuğrul Sahnesinin açılışı, Lütfi Kırdar’ın dört katı büyüklüğünde Rumeli Konferans Salonu ve Açık Hava Tiyatrosunun önünün araba trafiğine kapanıp sadece yaya trafiğine açılmasıyla o bölgenin çok başarılı bir gelişime sahne olacağını düşünüyorum. Taksim Atatürk Kültür Merkezinin ön cephesinin ise 1300 m2’lik televizyon ekranına dönüşüp tüm açılış töreninin naklen yayınlanması planlanmakta.

Bir de Istanbuldaki tüm billboard’larda çıkan «Sahne Senin Istanbul» posterlerin devamında «Sahne Senin Ahmet», «Sahne Senin Mehmet» diye kişiselleştirileceğini, ardından da «Sahne Senin Ayasofya», «Sahne Senin Topkapı», «Sahne Senin Yenikapı» diye bölgelendirileceğini öğrendim.

Tüm bu heyecan beni buradan çok etkiliyor ama ya Istanbul’da? Sahne iyi de sahne arkası nasıl? diye sorgulayanlar, bir şehir kültür başkenti seçilerek kültür oluşturulur mu? şehrin kaçak göç ve endüstrileşmesi sonucu yıllardır çözüm bulunamayan sorunlar ne olacak, çirkinlikler nasıl makyajlanacak? halk olayın neresinde? diyenler… Tüm bu yorumlara hak veriyorum ama yine de içimin kıpır kıpır olmasına engel olamıyorum. Uzaktan bakıyor olduğumdan mı, on yıldır içinde gün be gün yaşamadığımdan mı, soruma yanıt bulamıyorum.

Ben yine heyecanıma geri dönüyorum: Açılış programının esin kaynağı halk masallarımız ki bilirsiniz hep mutlu son, düğünlerle noktalanır. Istanbul Büyük Şehir artı 39 ilçe etti mi size kırk! 40 deyince çoğumuzun aklına 40 gün 40 gece düğün dernekler gelmez mi? Işte 31 Aralık 2009 gecesinden başlayip 8 şubat 2010’a kadar sürecek dönemde her akşam bir ilçede «düğün, dernek» kurularak 40 kez açılış yapılacak. Sema gösterisinden, klasik müziğe, baleden folklöre, edebiyattan gastronomiye Istanbul’un tüm renklerini yansıtacak mozaik canlandırılacak.

Planlarımı şimdiden yapıp 2010 yılına mutlaka Istanbul’da girmeliyim, o kırk günlük şöleni kaçırmaya hiç mi hiç niyetim yok. Belki "düğünler"in birinde sizlerle de karşılaşırız, ne dersiniz?

**Yukarıdaki güzel Istanbul 2010 afişini paylaşan sevgili Canan Hanım’a gönülden teşekkürler…

26 Ocak 2009 Pazartesi

Sapeur Pompiers


Sapeur Pompiers, Fransa’daki itfaiye teşkilatı ve halk tarafından çok sevilen, sayılan, hayranlık duyulan bir grup genç. Fransızlara pompier dediğinizde şöyle bir gülümseme ile karşılaşıyorsunuz, çünkü bu ekip halkın gönlünü çalmış, gözbebeği olmuş.

2007 yılı istatistiki verilere göre Fransa’daki toplam 237,940 itfaiyecinin %80’i gönüllü-yanlış okumadınız- yüzde seksen! Ekibin %50’si 35 yaşın altında. Işlerinin veya okullarının yansıra her alarmda yardıma koşmaya hazır bu insanlar düzenli eğitim almakta. Bir diğer çarpıcı rakam ekibin %10’unun kadınlardan oluşması. Müdahale ettikleri olayların kapsamı epey geniş. Ilk akla gelen yangınların yanısıra patlamalar, gaz kaçakları, doğal afetler, trafik, tren, uçak kazaları, ve özellikle sağlık ekibi. Bizim Hızır Acil'ciler gibi yaralanma, hastalanma, boğulma, zehirlenme gibi olaylarda hemen akla gelen 11,000 kişilik bu birim doktor, veteriner, hemşire ve eczacılardan oluşmakta ve yine çoğu gönüllü. (Gönüllü olmak için 16-55 yaş arası, fiziksel olarak yeterli ve temiz adli sicil kaydı yeterli.) Kalp krizleri ve beyin kanamalarında hızlı erişim ve acil müdahalede çok başarılılar.

Her çarşamba ve cumartesi günleri düzenledikleri bilgi toplantıları ve eğitimleri ile 10-18 yaş arası çocuklara mesleklerinin özelliğini öğretiyorlar. Hem küçük yaştan gönüllü ordularının temelini atıyor hem de gençlerde disiplin ve vatandaşlık bilincini arttıran pedagojik hedeflerini de yerine getiriyorlar.

Ihtiyaç halinde ulaşmak çok kolay. Telefon numaraları: 18 Cep telefonunuzda sim kartınız olmasa, krediniz tükenmiş olsa, ev telefonunuz kesilmiş veya hat alamazsanız bile ya da sokak telefonlarının hepsinden ücretsiz ve anında ulaşmak mümkün.

Her aralık ayında kendilerini mutlaka hatırlatıyorlar. Kapımızı çalıyor, bastırdıkları takvim karşılığında Noel öncesi bağış topluyorlar. Erkeklerin hepsi süper yakışıklı! Bir de her yıl 14 temmuz haftası geleneksel Itfaiyeciler Balosu kapsamında kışlalarını halka açıp akşam 21’den sabahın erken saatlerine kadar eğlence düzenliyorlar. Paris’te asla kaçırılmaması gereken bir aktivite derseniz ilk akla gelenlerden… Hanımların yakışıklı itfaiyecilerle fotoğraf çektirmek ya da dansetmek için sıra bekledikleri, hatta aralarında kavga ettikleri söyleniyor. Ben söyleyenlerin yalancısıyım. Denemek isterseniz, pourquoi pas?