29 Kasım 2011 Salı

Kimdir bu ‘locavore’lar??




Bu ay sizlere son yıllarda ses getiren bir akımdan bahsetmek istiyorum: LOCAVORISM. Nedir, kimdir bu locavore’lar? Kısaca özetlemek gerekirse sadece yaşadıkları yörede ve sadece o sezon üretilen ürünleri tüketenler.

Locavore akımı bir grup genç tarafından San Francisco’da 2005 yılında bir çağrıyla başlar: Bölgedeki ve dünyadaki insanlara ağustos ayı boyunca sadece evlerinin 150-200 km dahilinde üretilenleri yemeğe çağrıda bulunurlar. Ardından mevsim ürünlerini kurutma, konserveleme, turşulama çağrısı yaparlar. 2007 yılında Jessica Prentice tarafından yaratılan ‘locavore’ sözcüğü Oxford American Dictionary’de yılın sözcüğü ilan edilir.

Locavorların en önemli amaçları gastronomik ve sağlık açısından taze, olgun, lezzetli, besin değeri yüksek, kimyasal artıklardan uzak ürün tüketmek, ekonomik açıdan yerel ve sezon ürünleri nedeniyle üretim maliyetini düşük tutmak, tüketiciye avantajlı fiat, bölgenin ekonomisine katkı, ekolojik olarak da toprağın sağlığı, enerji tasarrufu ve çevreye daha az zarar vermek olarak özetlenebilir.

Yüz yıl önce herkes koyunun/kasabasının çiftçisini adıyla tanır, el sıkışır, sağlıklı doğal ürünler paylaşırdı; 2.500 km uzakta üretilen bir ürünün sofralarımızda bulunması hayal bile edilemezdi. Oysa bugün durup düşünelim: Endüstriyel ziraatın ve yiyecek üretiminin globalleşmesinin yaşantımıza, dünyamıza etkileri nelerdir? Soframızdaki ürün nerede üretiliyor? Hangi işlemlerden geçiyor? Nasıl taşınıyor? Nerede bekletiliyor? Bilmiyoruz. Ekolojik etkileri, CO2 üretimi, genetik değişime uğraması…? Bugün varılan yüksek metal oranlı, yüzlerce işlem görmüş, yiyecek boyalarıyla süslenmiş, kimyasallar içeren beslenme tarzının son 50 yılda dünya üzerindeki bir çok hastalığın artışında çok önemli neden olduğuna inanlardanım. 

Londra’daki New Economics Foundation’ın çalışması yerel bir yiyecek firmasında harcanan her 10£’un o bölge için 25£ değerinde olduğunu, aynı tutar bir süpermarkette harcanırsa bölgeye getirisinin sadece 14£ olduğunu gösteriyor. Yani yerel harcamalar yerel ekonomi için neredeyse iki katı para yaratıyor. Hiç unutmuyorum Riga’da yaptığımız eski şehir turunda rehberimiz bizleri semt pazarına götürmüş, market yerine pazardan alışveriş yapmamızın yerel ekonomiye faydalarından bahsetmişti.

Iyi, güzel, yerel tüketelim de Fransa’da yapılan bir araştırmada ‘büyük illerin sadece yerel üretimle beslenmesi mümkün mü’ sorusuna gelen yanıt inanılmaz: Bölgesel beslenme otonomisinin ortalama 4 gün olduğu tahmin ediliyor-yanlış okumadınız sadece dört gün- yani yarın ulaşım kanallarında bir kesinti olursa bölgede yaşayanların sadece yerel üretimle beslenmesi imkansız. Biraz daha rakamları incelersek örneğin Ile-de-France’ın (Paris ve çevresindeki 11 milyon nüfuslu bölgenin) patateste %26, yumurtada %12, taze sebzede %10, taze meyvede %1,5, sütte %1, ette ,5 oranında kendine yeterliliği mevcut!

Tabii ki rakamlar çok açık ve net. Bugünden yarına yerele geçmek mümkün değil. Ama imkansız değil. ABD’den bir kaç örnek vermeden geçemeyeceğim: Geo dergisinin ekim sayısında çıkan bir makalede Amerikanın ekolojik başşehri olarak bahsediliyor Portland’dan… Şehir merkezinde 20 kadar ‘farmers market’ ve 30 kadar ‘urban farm restaurants’ mevcut. Bu restoranlarda yemek için en az yarım saat kuyruk bekliyorsunuz. Sofraya oturdunuz, örneğin tavuk mu sipariş edeceksiniz, tavuğun bütün biyografisini okuyabiliyorsunuz, nerede yetiştirildiler, neyle beslendiler… Yine şehre yayılmış 400 kadar ‘farm cart’ denilen karavanda son yılların kriz ekonomisi nedeniyle yüksek kiralardan kaçmak zorunda kalan genç şefler bir park yeri kiralayarak yine çevrede üretilen malzemeden çorbalar, sandviçler, ızgara etler hazırlıyorlar, uygun fiata satıyorlar. Şehirde fast food zincirleri iş yapamıyor, Starbucks şehrin bir çok semtinde kepenk kapatmış, halk Subway yerine yörenin fırınını, McDonalds yerine yerel hamburgerci Burgerville’i tercih ediyor, hatta daha ileri gidip park yerlerinin çatılarında kendilerine ayrılan ‘semt bahçeler’inde kendi ürünlerini yetiştiriyorlar. Kısacası Portland’lılar yerel ve sağlıklı yemeği dini bir ritüel, bir yaşam tarzı olarak benimsemeyi başarmışlar. 

Restoranlar ve şefler arasında bu akımı destekleyenlere her gün yenileri eklenmekte. Örneğin Google’ın Café 150’si… Tüm ürünleri 150 mil dahilinde geliyor. Fransa’da da bir çok şef kendi bostanını, bahçesini kurmakta, mutfağında kullandığı sebze, meyve ve taze otlarını kendi üretmekte ya da yerel üreticilerle çalışmakta. Işte Alain Passard… 2001 yılından beri eti menüsünden çıkartan şef, kendi bahçesinde tamamen doğal yöntemlerle ürettiği 450 çeşit sebze/meyve/taze otu menüsünde mükemmel bir yaratıcılık ve çeşitlilikte sunmakta.

Yeşiller Partisinden eski cumhurbaşkanı adayı Nicolat Hulot Vakfının lanse ettiği ‘Des fraises au printemps et pas en hiver’ (kışın değil sadece ilkbaharda çilek) hem yöresel hem sezon ürünlerinin promosyonunu yapıyor. Şehirlerde kurulan pazar yerlerinde yerel üretici standları artmakta, çeşitlenmekte.  Internet üzerinden ürünlerini pazarlayan üreticiler o haftanın mahsulü meyve, sebze, et, balıktan oluşan mutfak sepetlerini satışa sunmakta, evinize teslim etmekte. Daha da güzeli ‘kendi sebzeni, meyveni kendin topla’ çiftlikleri artmakta… Pazar sabahı çocuklarınızı alıyorsanız, sepetlerinizi kolunuza takıyorsunuz, en yakın çiftliğin yolunu tutuyorsunuz. Girişte o haftanın ürünlerinin listesi var, sonbaharda incir, ilkbaharda kuşkonmaz… Taze taze koparıyorsunuz, topluyorsunuz. Ardından evinize dönüp mutfağa girip taze taze pişirip yiyebiliyorsanız sizden şanslısı var mı? Çocukların çoğu tavuk neyle beslenir, soğan, fasulye, çilek nasıl yetişir bilmiyor. Hem ailecek böyle bir zevki paylaşmanın keyfi bir başka, hem de yerel üreticiye mükemmel ekonomik destek olmanın gururu.

Locavorism geçici bir modadan ileri geçemez mi yoksa beslenme alışkanlıklarımızı cidden değiştirecek bir akım mıdır? Yakın gelecekte üretim ve tüketimde bir rönesansa tanık olabilir miyiz? Bunu pek tabii zaman gösterecek ama sağlıklı beslenmek, yeni mevsim tadları keşfetmek, yöremizi tanımak, yerel ekonomiye destek vermek ve gezegenimize saygı göstermek için çok gecikmeden bu konuya hepimizin kafa yorması lazım diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?


20 Ekim 2011 Perşembe

Paris’te Kanser için Yürüdük

Ekim ayında Paris’te pembeler giyinmiş upuzun bir kortej Esplanade du Château de Vincennes’da toplandık. Önce bir seans ısınma hareketleri, start verilince de kah koşanlar kah yürüyenler… Dostluk ve paylaşım içinde geçen yürüyüşte anlamlı bir hedefin parçası olmaktan haz aldık.

Odysséa 2011 Koşusu/Yürüyüşünden bahsediyorum. Bu koşu temmuz 2002’de Frédérique Jules ve Frédérique Quentin adlı iki arkadaş tarafından kurulan Odysséa derneği tarafından her yıl düzenleniyor. Koşunun amacı meme kanserine karşı savaşta araştırmalara maddi destek toplamak.

2 ekim pazar günü hava tarif edilemeyecek kadar güzeldi. Ama daha da güzeli katılımcıların sıcaklığı ve arzusu pozitif enerjiye dönüşmüştü. Koşanlar, yürüyenler, hediyelik eşya satın alanlar, gönüllüler, spor antrenörleri ve sponsorlarla kocaman bir ailenin parçasıydık sanki. Herkes bir sabah boyunca günlük koşturmasını unutmuş tek bir yürek olmuştu. Ortama bir bayram havası hakimdi. Bir gün öncesinde de 5-12 yaş grubu 1.000 çocuk ‘je cours pour maman’ (annem için koşuyorum) parkurunda bir kilometre koşmuşlardı.

2002 yılında 900 kadınla başlayan organizasyon bu yıl 10. yaşgününde kadın, erkek, çocuk 22.000 kişiye ulaştı! Katılım ücretlerinden 10.000 euro toplandı, tüm organizasyondan 280.000 euro! Derneğin kuruluşundan bu yana toplam 160.000 kişi koştu, yürüdü, 1.5 milyon euro yardım toplandı. 2011’de derneğin hedefi Fransa çapında toplam 50.000 kişi ve 400.000 euro toplamak. Paris’teki sonuçlardan sonra çok güç olmasa gerek.

Toplanan yardım Villejuif’de bulunan IGR Institut Gustave Roussy’deki meme kanseri tedavisi araştırmalarını finanse eden bir programa aktarılıyor. 24 yılı aşkın bir süredir doktor ve araştırmacılardan oluşan IGR, hasta ve hasta yakınlarının yanında tedavilerin daha hedefe ulaşıcı, daha az ağrılı ve daha etkili olması yolunda çalışmalar yapıyor. Moleküler biyoloji araştırmaları son yıllarda yepyeni bir seyir çizmekte: her hastaya en etkin tedaviyi tespit etmek için kişiye özel tedavi. Işte toplanan fonlar bu programa aktarılıyor.

Odysséa’nın amaçlarından bir diğeri de bir buluşma noktası oluşturarak hastalık hakkında bilgi vermek, araştırmalardan bahsetmek, meme kanserinin erken tespitinin önemini vurgulamak, hasta ve yakınlarına yardım mekanizmalarını tanıtmak.

Katılımcıların bir kısmına kulak verelim:

‘Bu, Odysséa koşusuna ilk katılışım. Çok hoş bir ambiyans var. Üstelik kronometreye bakmadan sadece zevk almak ve dayanışma adına koşmak süper!’

‘Bir çok koşuya katılıyorum ama burada %100 herşey araştırmaya aktarılıyor. Bu kadar kadının katılımı da çok güzel…’

‘Umarım çocuklarım benimle gurur duyar. Sağlık sorunu olan küçük bir kızım var, onu mücadeleye devam etmesi için motive etmek, herşeyin mümkün olduğunu ispat etmek istedim.’

Meme kanseri 35 ila 55 yaş arasında kadınlarda en yaygın kanser türü. Fransa’da her yıl 19.000 kadın meme kanserinden hayatını kaybediyor. Kanserden ölen kadınların %19’u ve 65 yaş öncesi ölümlerin %40’ını meme kanseri oluşturuyor. Son yıllarda ise kansere bağlı ölüm oranı, erken teşhis ve daha iyi tedavi yöntemlerinin gelişmesi ile düşüş göstermekte.

Kanser ismi bile korkutucu bir hastalık. Büyüklerimizi anımsarım kelimeyi bile ağızlarına almayı istemezler, ‘kötü hastalık’ derlerdi. O günlerden günümüze köprülerin altından çok sular aktı, hastalık, söylemesi güç ama yaygınlığı nedeniyle banalleşti, sıradanlaştı. Konu açıldığında ailesinde, evinde, yakınında bu hastalıkla mücadele veren eşi, dostu, akrabası, arkadaşı olmayan kimse yok sanki. Tüm bunlara rağmen karşıdan gazel okumakla içinde yaşamak arasında dağlar kadar fark var. Kanserin girdiği evde mutlaka birşeyler oluyor, birşeyler kopuyor. O haber öncesi ve o haber sonrası hayatta hiç bir şey aynı olmuyor. Kanser hastalığı ve tedavi süreci hem hasta hem de yakınları için ciddi bir yaşam sınavı.

Yapılan araştırmalar hastanın altı evreden geçtiğini belirtiyor. Genellikle hastaların, kanser tanısını duyduklarında gösterdikleri ilk tepki şok ve şaşkınlık. Çoğu hasta kendisine anons edilen ‘kanser’ kelimesinden sonra donup kaldığını anlatıyor. Sonrasında ‘doktor yanılmış olmalı’ gibi düşüncelerle inkar dönemine geçiliyor. Üçüncü evre hastalığa, doktora, hatta yakınlara duyulan öfke dönemi. ‘Neden ben, niye benim başıma geldi’ soruları hastayı meşgul ediyor. Doktorlar hastalık tanısı sonrası yaşanılan öfke, isyan, hüzün, çaresizlik ve üzüntü gibi olumsuz duyguların normal olduğunu, asla ertelenmemesi, bastırılmaması ve paylaşılması gerektiğinde fikir birliği içindeler. Dördüncü dönem olan pazarlık evresinin ardından hasta yapamayacaklarını/kaybeceklerini düşünüp beşinci evre olan depresyon evresine giriyor. Son aşama ise kabullenme. Hasta bu evreye gelince öfkesini dışa vurup kayıplarının yasını tutabilmişse kendini daha huzurlu hissedebiliyor.

Kanserle savaş oldukça meşakkatli bir süreç. Fiziksel sıkıntların ötesinde psikolojik travmayla yaşamayı öğrenmek ise bugünden yarına olmuyor. Bolca kitap karıştırmak, gelişmeleri takip etmek, ama internet gibi iyinin yanında çokça çöp bilginin olduğu bir mecrada da çok temkinli olmak gerekiyor. Hastayı en iyi şekilde takip edecek, klasik ötesinde psikolojik anlamda destek verebilecek çok iyi bir doktora sahip olmak da şart.

Yaşam hiç de kolay gitmiyor, hep inişli, çıkışlı bir sınavın içindeyiz, bir an ‘oh, herşey iyi, güzel’ derken, önümüze bambaşka bir engel çıkabiliyor. Bu engeller arasında ciddi hastalıklar, travmalar, kayıplar da insanı bir yandan törpülüyor, eziyor, yıkıyor ama diğer yandan daha güçlü, daha mücadeleci kılıyor. Hayat devam ediyor, aynı şekilde değilse de farklı tutunmaya çalışıyor insan yaşama... Görevimiz vazgeçmeden savaşmak ve başarmak sanırım.

Odysséa sırasında işte bu duygu ve düşünceler içinde yürüdüm kilometreleri, bu hastalığa karşı cesurca mücadele eden tüm hasta, hasta yakını, sağlık personeli, araştırmacı ve gönüllülere büyük saygı, takdir ve hayranlık duyarak…

23 Eylül 2011 Cuma

Kolaj Istanbul


Geçen ayki yazımı ‘Paris ağustosta güzeldir, Paris her mevsim ayrı güzeldir’ diye bitirmiştim. Paris’in en güzel aylarından biri de eylüldür. Yaz aylarında oldukça yavaşlayan yaşam ritminin eylül ayıyla birlikte canlanışından daha önceleri hep bahsetmiştim. Fuarlar kapılarını açıyor, sergiler, yeni mekanlar, sinema ve edebiyat sezonu doludizgin. Eylül ayında Les Journées Européennes du Patrimoine (Avrupa Miras Günleri) de bu ‘yeni başlangıc’a ayrı bir renk katıyor. Şehrin enerjişi insana iyi geliyor. Bu yıl bu uyanışın içinde Istanbul da yerini aldı. Nasıl mı? Kolaj Istanbul ! organizasyonuyla…

Ama Kolaj’a geçmeden önce organizasyonun yapıldığı Gaîté lyrique’den bahsedeyim: Paris’in üçüncü bölgesinde Pompidou merkezine iki adım mesafede, rue Papin’de, square des Arts et Métiers parkının köşesinde yer alan Gaîté lyrique tiyatrosu mimar Jacques-Ignace Hittorff ve Alphonse Cusin tarafından Italyan stilinde yapılmış ve 3 eylül 1862 yılında açılır. 1873 yılında Jacques Offenbach’ın direktörlüğünü yaptığı Théâtre de la Gaîté daha çok opera ve operet ağırlıklı gösterilere, 1920’lerde Diaghilev's Ballet Russe’üne, II. Dünya savaşı ertesi komedi müzikallere ev sahipliği yapar. 1970’lerde popülaritesini kaybetmeye başlar. 1989’da Planète magique adlı bir eğlence parkına dönüştürüldüğünde büyük tiyatro salonu, orkestra bolümleri yıkılır, sadece ön bina cephesi, girişi ve foyer’si muhafaza edilebilir. Mimar Manuelle Gautrand’ın 2004’de başlayan restorasyon çalışmaları 7 yıl sürer, merkez dokuz ay önce dijital sanatlar ve modern müzik merkezi olarak kapılarını tekrar açar. Resepsiyonu, tarihi foyer’si, 3 perfomans salonu, sergi alanları, modern kütüphane merkezi, video oyunu salonu, sanatçı alanları ve butiğiyle 9,500 m2’lik kullanım alanı olan Gaîté lyrique, en modern teknoloji ile hareketli zemin ve duvar özellikleri, akustik izolasyonu sağlayan ‘kutu içinde kutu’ sistemiyle özellikle gençlerin çok rağbet ettiği şu günlerde Paris’in en hot spot’larından…

Işte bu özel mekan, geçen mart ayında Berlin şehrini ağırlarken bu yıl 14-18 eylül tarihleri arasında Istanbul’u misafir etti. Merkezin sanat direktörleri Jos Auzende ve Vincent Cavaroc Istanbul hakkında bakın ne diyorlar: ‘Berlin Next !’in ardından sıra Istanbul’un karmaşık ve tezat enerjilerinde…öyle bir şehir ki tartışmasız Avrupalı, tuhaf biçimde yakın…Dünyanın büyük metropollerinin birbirlerine benzemeye başladığı bir dönemde Istanbul gözlerimizin önünde dönüşüyor, biçim değiştiriyor. Müthiş hızlı bir büyümenin, 70 yılda 15 katına çıkan nüfusun yarattığı bir düzensiz ‘kolaj-şehir’ görüntüsü… Bu anarşik kent yayılmasının yarattığı kuşatılmış mahallelerde oluşan artistik ağ, yüklü miktarda farklı platformu harekete geçiriyor… Devlet kültür politikası daha çok geleneksel ve resmi sanatı desteklediğinden bağımsız modern sanat sahnesi kolektif ve özel finansman etrafında şekilleniyor. Bu artistik buluşma için yola çıkan Gaîté, şehrin daracık arka sokaklarından başlayarak oluşturduğu Kolaj Istanbul programında öznel bir parkurla seslere, görsel sanatlara, performans ve kareografilere yer vermekte. Kolaj Istanbul 5 gün boyunca sizleri ‘organize kaos’ içindeki bu işleyişte bir gezintiye davet ediyor. Hem sıradışı hem oldukça tanıdık komşularımızı keşfetmeye gelin.’   

Gerçekten de geçen hafta Paris, bu merkezdeki Istanbul’un seslerini yansıtan enstalasyonlar, filmler, kitaplarla şenlendi. Kilimler, büyük rahat yastıklar, küçük kahve masalarıyla düzenledikleri sıcak ortamda  Cevdet Erek’in ‘chambre sonore’, Serra Yilmaz&Gilles Mardirossian’ın audiovisuel enstalasyonları, ‘Les Sons d’Istanbul’ salonu, ve Olivier Taieb’in ‘Jazzmix in Istanbul’ konser projeksiyonları oldukça ilgi çekti. Serra Yılmaz çocuklara çarşamba günü fransızca, pazar günü türkçe masallar okudu. Murat Meriç Anadolu pop üzerine konferans verdi, Fatih Akın’ın ‘Crossing the Bridge: the Sound of Istanbul’ dökümanter filmi gösterildi. Transseksüel Kürt militan feminist sanatçı Esmeray’ın önce kadın sonra 20 yıl öncesinde olduğu gibi erkek köstümleriyle Istanbul gecelerinde çekilen kısa metraj filmi gösterildi, sanatçı yıllarca Beyoğlu’nda sattığı özel midye dolmalarının tarifini gösterdi. Açık Radyo canlı yayın yaptı. Her akşamüstü Rakı Hour düzenlendi, bir kadeh içki yanında Türk mezeleri tadıldı, lokum ve türk kahvesi eşliğinde muhabbetler koyulaştı, ‘organize kaos’ içinde ses ve görüntülerle Istanbul’un modern sanat alanındaki renkliliği ve çeşitliliği anlatıldı, tanıtıldı. Istanbul gece hayatının amblematik merkezlerinden Babylon’un Yakaza Ensemble, Ilhan Erşahin’in Istanbul Sessions, 123 pop rock ve Peyote’un Kim ki o, Replikas performansları gecenin geç saatlerine kadar devam etti.

Organizasyonun son gününde pazar sabahı saat altıda kapılarını açan Gaîté, Mini Müzikhol’un Techno Parade kapsamında sundukları müzik maratonu ertesinde ‘Turkish Delight’ brunch’ıyla sona erdi. Türk çay ve kahvesi eşliğinde 130 şanslı davetlinin yanısıra merkezin genel direktörü Jérôme Delormas da peynir, zeytin, domates, salatalık, biber, reçel, bal, kaymak, börek, mücver, poğaça, pide, simit, baklava gibi geleneksel Türk kahvaltı lezzetlerimizden tattı.

Kültürlerin, dinlerin, kimliklerin kolaji Istanbul… Doğu ile Batı arasında köprü bu tezatlarla bezeli  şehrin ses ve ritmleri arasında Türkiye’nin kültür başkentini uzaktan ‘görmek, işitmek, tatmak ve öğrenmek’ için çok güzel bir fırsat yaratılmış oldu. Kalabalık katılım oranı bir çok Fransıza ulaşıldığının ispatı… Geçen yılki Türkiye Mevsiminin ardından Istanbul’un sahne aldığı bu etkinliği düzenleyenlere, katılanlara, destek verenlere bravo diyelim ve her seferinde halkların yakınlaşmasının sanattan geçtiğini ispat eden daha nice Türkiye esintilerini Paris’te görmeyi dileyelim.


21 Şubat 2011 Pazartesi

Adalet Nerede?

Bu ay Laëtitia’nın dramı kamuoyunun gündemindeydi. Genç kızın anne ve babasıyla yaptığı görüşmenin ardından Cumhurbaşkanı yargıyı göreve çağırdı. Işte o an olanlar oldu. Adalet sistemi durdu, mahkemeler grevde, siyah ‘cüppeliler’ sokaklarda…

18 ocak akşamı 18 yaşındaki Laëtitia, yaşadığı Loire-Atlantique bölgesindeki Pornic kasabasında kayıplara karışır. Sabaha karşı kızkardeşi, motorsikletini evin yakınına park etmiş bulur, anahtarları üstündedir, yanında da genç kızın ayakkabıları vardır. 20 ocakta, görgü tanıklarının tespit ettiği, yakınlarda bir karavanda yaşayan 30 yaşındaki Tony Meilhon tutuklanır. Önce suçu reddeden Meilhon, sonraki günlerdeki sorgulamasında Laëtitia’yı ‘kaza eseri’ öldürdüğünü itiraf eder ama kızın cesedinin nerede olduğunu söylemez. 1 şubat günü kaybolduğu bölgeye 50 km mesafede, Meilhon’un sürekli balık tutmaya gittiği le Trou bleu gölünde kızın vücudunun bazı parçaları bulunur. Tecavüz edilmiş, boğazlanarak vahşice öldürülmüş, vücudu parçalara bölünmüştür.

Tony Meilhon’un sabıka dosyası oldukça kabarıktır, 13 kez hüküm giymiş bir multirécidiviste’tir. Son mahkumiyetinde iki yıl izlenmesi ve tedavi edilmesi gerektiği karara bağlanmışsa da 2010 şubatında tahliyesinden sonra takibi yapılmamıştır. Üstelik tahliyesinin ardından hakkında biri tecavüz olmak üzere 7 kez şikayet olmuştur.

Olayın üzerine Içişleri ve Adalet bakanları yargı mekanizmasinda bir ‘zafiyet’ olduğunu belirtirler. Cumhurbaşkanı da ilgili yargıçları eleştirir ve adalet mekanizmasının iyi çalışmadığını vurgular. Böyle bir dramın takipsiz kalamayacağını, suçun kadere yüklenmesini ise asla kabul etmeyeceğini açıklar. Bu sözler üzerine Fransa tarihinde ilk kez bu çapta bir protesto yaşanır: Mahkemeler kapanır, acil durumlar haricinde tüm oturumlar ertelenir, savcısından hakimine, avukatından katibine tüm adalet çalışanları sokaklara dökülür, ülke genelinde protesto yürüyüşleri düzenlerler, çalışma şartlarının zorluklarından, bütçe ve elemen eksikliğinden şikayet ederler.

Yapılan araştırma sonuçları halkın üçte ikisinin protestocuları desteklediğini gösterdiyse de iki farklı görüş dile getirilir: ‘Adalet sistemimiz bu kadar çürümüş olmasaydı bu barbarlık gerçekleşmeyecek, bu genç kız bugün hayatta olacaktı. Bu ne ilk dram ne de maalesef son dram. Gerçek sıkıntı olmasa bu kadar insan yollara boşu boşuna dökülür mü? Sektördeki çalışanları suçlamak kolay, oysa ilk suçlu adalet bütçesini kırpa kırpa kuşa çeviren devlet değil midir?’ diyenler Bobigny mahkemesinin tebligat yapmak için posta masrafını dahi karşılayamadığı örneğini verirler. ‘Yapılan hatalar ve ihmallerden sorumlu olan adalet görevini yapsın, politika yapmasın. Şartlar ne olursa olsun Laëtitia’nın dramı üzerinden prim toplamaya çalışmasınlar.’ diyenlerse tartışmaları alevlendirir.

Bir televizyon programına katılan Sarkozy işsiz insanlar gibi ülkenin daha önemli sorunlarının kendi gündeminde öncelikli olduğundan dem vurur, adalet dünyasının iş güvencesinden bahseder. Bu sözler şok etkisi yapar. Savcılar Sendikası USM ‘Cumhuriyet bu tarihi tepkiyi anlamak, hatta duymak istemeyen bir cumhurbaşkanı ile karşı karşıyadır. Adalet dünyasının derin rahatsızlığını hafife alan, küçük gören bir anlayışı kabul edemeyiz’ der. Fransız Savcılar Derneği sözleri ‘delilik’ diye niteler, ‘Fransa’daki suçların sorumlusu yargıçlar değildir. Biz kendimiz için bir şey istemiyoruz. Mücadelemiz adalet için; adalet savcıların sorunu değil, tüm vatandaşların sorunudur’ der.

Iki tarafın da haklı ve haksız tarafları varsa da protestoların Fransız demokrasisinin olmazsa olmazı olduğu düşünüldüğünde evet, halk her şartta kendini özgürce ifade etmektedir.

***

Gergin sosyopolitik ortam içinde küçük Umut ablası için umut olabilecek mi?

Profesör René Frydman geçen hafta Fransa’da ilk ‘ilaç-bebeğin’ doğumunu müjdeler. Clamart hastanesinde doğan minik Umut, genetik bir hemoglobin hastalığı olan abla ve abisinin hayatını kurtarabilecek mi? Öncesinde sadece tedavisi olmayan ağır hastalık teşhisi için embriyo analizi mümkünken 2004 Bio-etik Yasası double DPI (diagnostic préimplantatoire) yoluyla embriyoların hem hastalıklı hem de nakil amaçlı, abi/abla hastalıklarına uygun olup olmadığı şeklinde iki kez kontrol edildikten sonra kullanılmasına izin veriyor.

Katolik kilisesinin, amaç ne olursa olsun bir insan hayatının başka birileri için entrümantalize edilemeyeceği beyanı bir yana, Frydman yaptığı basın açıklamasında yasada çok ciddi kontroller olduğunu, tıp alanındaki bu güzel gelişmenin uzun soluklu araştırmalarla sürdürülmesini gerektiğini belirtir. Geçen aralıkta Monde Magazine’e verdiği röportajda 67 yaşındaki Frydman ‘kendi dünyam’ dediği yahudi göçmen ailelerinde doktorluğun ‘ayrılmak gerektiği durumlarda gidilen her yerde geçerli olacağından iyi bir meslek’ kabul edildiğini içtenlikle anlatır. 1966 yılında kürtaj yaptıklarını açıklayan 121 doktorun beyanında imzası olan sıradışı profesör, 24 şubatta 29 yaşını kutlayacak olan ilk Fransız tüp bebek Amandine’in de ‘bilimsel babası’.

Tüp bebek yöntemiyle üçüncü çocuk sahibi olmak üzere hastaneye başvuran Türk çiftten iki embriyo elde edildiğini, sadece tekinin uygun olduğu tespit edildiyse de Umut’un ailesinin her iki embriyoya aynı şansı vermek istediklerinden her ikisinin de rahme yerleştirildiğini vurgulayan Frydman sadece ‘doğru’ embriyonun tuttuğunu belirtti. ‘Seçimi biz yapmadık ki’ diyen profesör önümüzdeki günlerde, her iki haftada bir kanı değiştirilen ablasına aktarılacak olan kök hücrenin ablanın hayatını kurtarmasını umut ettiklerini vurguladı.

Fransa’da ilk olmakla birlikte daha önce ABD, Belçika ve Ispanya’da uygulanan ve büyük tartışma/polemiklere neden olan bu ‘designer baby’ olayı yıllar önce okuduğum bir kitabı hatırlattı bana-Jodi Picoult'nun ‘My Sister's Keeper’. Cameron Diaz’ın başrölünde oynadığı filmi de yapılan kitapta lösemi hastası ablası Kate’in yaşamını kurtarmak için doğan minik Anna hastanelerde geçen hayatına 13 yaşına geldiğinde dur demek ister. ‘Artık vücüdunu kendi istediği gibi kullanma hakkı’nı talep eder ve anne-babasına dava açar. Pişmanlık, suçluluk, haklı kim duyguları içinde gidip gelen melodram beni derinden etkilemişti. Umarım Umut ve kardeşlerinin önünde çok daha umut dolu bir gelecek olsun.


21 Ocak 2011 Cuma

Bu Mektubu Yaziyorum


Le Parisien gazetesinden 12 Ocak tarihinde kısa bir haber:
Yeni yıl süper lotosundan 10 milyon euro ikramiye Arles şehrine çıktı.
Böyle bir haber çoğumuz için çok heyecan verici değildir, hele o şehirde yaşamıyorsak ve loto oynamadıysak… Okur geçeriz, sıradandır ama aslında hayatta çoğu haberin ardında çok daha derin detaylar gizlidir. Gelin hikayeyi biraz deşelim:

Iki arkadaş düşünün, 60’lı yaşlarda… 22 yıldır birbirlerini tanıyorlar, ailecek sürekli görüşüyorlar, çocuklarını birlikte büyütmüşler, torun sahibi olmuşlar. Her hafta birlikte Süper Loto oynamaktan da ‘ya çıkarsa’ diye hiç vazgeçmemişler. Noel günü çekilişi için yine birlikte oynamışlar, seçtikleri sayılara maalesef hiç bir ikramiye isabet etmemiş. ‘Artık seneye bıraktığımız yerden devam ederiz’ deyip birbirlerine iyi yıllar dilemişler. Iki gün sonra aralarından birini şeytan dürtmüş, ‘yılbaşı çekilişi için de oynayacağım’ demiş ve Noeldeki aynı rakamlara oynamış. Oynadığı sayılara 10 milyon euro büyük ikramiye çıkmış!

Hiç bir şeyden haberi olmayan arkadaşının yanına koşmuş. ‘Biliyor musun, bana borcun var, ben yılbaşı için de loto oynadım sana sormadan, 10 euroluk biletin yarısını isterim’ demiş. Arkadaşı hiç sorgulamadan 5 euroyu uzatmış. Ikramiyeyi kazanan, arkadaşına şöyle yanıt vermiş: ‘Yarın sana 5 milyon euroluk çekini getireceğim!’

Arkadaşlar kazançlarını birlikte kutlamaya karar vermişler, ilk önce eşleriyle uzuuun bir dünya seyahati...

Hani öyle hikayeler vardır, masal gibi ama gerçek, hayatın taa içinden, okursunuz, içiniz ısınır, gözleriniz dolar, ‘şu dünyada güzel şeyler hala oluyor’ dedirtir.

Hikaye çok hoş da peki ikramiye size çıksaydı ne yapardınız?

***

Bir mektup okuyorum, bir şarkı dinliyorum, yaşamı sorguluyorum.
Son günlerde Fransa’da dillerden düşmeyen bir şarkı var, Rue Washington albümünde yer alıyor. 83 yaşındaki ünlü Fransız revü yıldızı, şarkıcı, artist Line Renaud tarafından seslendiriliyor. Uzun bir şiir ama sözler öyle anlam yüklü ki üşenmedim, türkçeye çevirdim ve paylaşmak istedim.

Nereden başlayacağımı bilmiyorum
Çünkü hiç bir şey bitmiş değil
Bu mektubu geçmiş zamanlara yazıyorum
Mutlu günler, yağmurlu günler
Kalemim yolculuk ediyor
Anılarımı çizerken
Öylesine çoklar ki, yerim kalmıyor
Bu mektubu gülümsemelerime yazıyorum
***
Kendimi tekrar genç ve saf görüyorum
Masumiyetimin zirvesinde
Dikkatliden çok meraklı
Tüm duyularımla beklerken
Tutkularımın arayışı içinde
Ilk üzüntülerim, ilk sevinçlerim
Ilk ürpertilerimle karşılaşmam
Bu mektubu ilklerime yazıyorum
***
Öyle çok yol katettim ki
Beni asla bir yere götürmeyen,
Ikileme yer bırakmayan
Bu mektubu yola çıkışlarıma yazıyorum
Tüm ruhumla seyahat ettim
Her dönemeçten güç aldım
Daha büyük aşkla dönmek için
Bu mektubu dönüşlerime yazıyorum
***
Hiçbir şey insandan daha değerli olmadığı için
Bu mektubu karşılaşmalarıma yazıyorum
Parayla zengin değiliz, dostlarım var
Şimdi fark ediyorum
Büyümemi sağlayan herkese
Tüm o ışıl ışıl bakışlara
Burada olanlar ve diğerlerine
Bu mektubu kayıplarıma yazıyorum
***
Bu şefkati nasıl anlatsam
Derinlerde hissettiğim
Bu sıcaklığı nasıl paylaşsam
Bende onca coşku uyandıran
Bir çok sınavdan geçtiysem de
Minnetle doluyum
Bazen endişeler üzerime yağsa da
Bu mektubu şansıma yazıyorum
***
Eğer kalemim gelecekten bahsetse
Çünkü susma zamanı değil henüz
Henüz bitirmeyi bitirmedim
Benim için daha yapılacak herşey
Bu mektubu bugünüme yazıyorum
Iki ayağım da yol üstünde
Dümdüz ileri bakıyorum
Bu mektubu yarınlara yazıyorum
***
Bu mektubu nasıl bitireceğimi biliyorum
Çünkü daha henüz başladı
Başka hikayeler bulacağım
Anlatacak başka umutlar
Bu mektubu hayata yazıyorum
Bir teşekkür gibi
Bu mektubu arzularıma yazıyorum
Bir başlangıç gibi
***
Şimdi sizlere ikinci bir soru daha: Peki siz olsanız mektubunuzu neye yazarsınız?