9 Haziran 2008 Pazartesi

Dans le Noir


Geçen haziran ayında “Kokular ve Sesler” adlı bir yazı yazmıştım: http://sibelpinto.blogspot.com/2007/06/smells-and-sounds.html Uyku tutmadığı bir gece yarısı sessizliğinde, beni Paris’te etkileyen günlük ses va kokulara takılmış, kaleme sarılmıştım. Dün akşam o yazı geldi aklıma ama çok farklı koşullarda…

Herşey geçen aylarda okuduğum bir makale ile başladı. Paris’te çok farklı bir konsept, çok farklı bir restaurant… Hem merak hem meslek gereği yeni restoranları denemeye çalışırım. Iyi ki sevgili eşimle bu konuda çok iyi uyuşuyoruz da yoksa şimdiye kadar bıkmıştı önerilerimden (çünkü yeniyi-farklıyı denemek demek risk almak demek, bazen çok iyi çıkabilir bazen de tamamen hayal kırıklığı… biz her ikisini de bolca yaşamışızdır!) Dün akşamki ise herhangi bir katagoriye konması çok zor bir deneyimdi, hani anlatılmaz yaşanır denir ya o cinsten.. yine de birazcık anlatmaya çalışacağım.

Yer: rue Quincampoix no:51. Kapıdan geçerken girilen bir yer değil, önceden rezervasyon yaptırmak şart. Her akşam iki servis var, bizimki 19:45’deki ilk servisti. Vardığımızda listeden adımızı kontrol ettiler, sağ taraftaki kilitli dolaplara tüm eşyalarımızı koymamızı istediler, buna cep telefonları, saatler ve ışık kaynağı olabilecek her tür eşya dahildi. Yemediğimiz ya da alerjimiz olan yiyecekleri sordular, içecek siparişimizi aldılar ve biraz beklememizi belirttiler. Beş dakika içinde ismimiz anons edildi, siyah perde ile kapalı kapının önünde akşam boyunca bize servis yapacak olan garson kızla tanıştık. Artık konsepti kavradığınızdan eminim, karanlıkta akşam yemeği yenilen, görme özürlü garsonların çalıştığı özel bir restorandaydık. Gece boyunca rehberimiz olacak Sarah elimi eşimin omuzuna koymamı söyledi, eşim de Sarah’nın omuzlarına tutundu ve iki saat boyunca ışık görmeyeceğimiz bilinmeze yolculuğumuz başladı.

Siyah perdeyi geçip kapıdan geçince total bir siyahın içine düştük. Sarah o kadar hızlı yürüyordu ki takip etmem için neredeyse koşmam gerekiyordu. Yol üstünde basamak olmadığını söyleyip bizi rahatlattı, sonra talimatları ile önce sağa döndük, ikinci perdeli bölümü geçtik, bu sefer sola döndük ve masaya ulaştık. Iskemlemi el yordamı ile bulup oturdum ki sağımda bir kola sürtündüm. Bizden önce oturtulan çiftle tanıştık. Houston Texas’tan gelen Amerikalı iki genç bu yıl üniversiteden mezun olmuş, ikisi de göz doktoruydu ve bu deneyimin meslekleri açısından önemini dile getirdiler. Birazdan bu sefer sol tarafımıza bir grup fransız yerleşti ve yemekleri beklemeye başladık.

Size gerçek karanlığın ne olduğunu ne kadar anlatsam dün akşam yaşadığım o duyguyu sözcüklerle ifade etmem olası değil. Gitmeden önce kendi kendime diyordum ki “evet girince siyah olacak ama en karanlık yerde bile insanın gözü karanlığa alışır, bir süre sonra rahatlar”. Kesinlikle yanılmışım, total siyah iki saat boyunca hiç değişmedi, gözlerimiz hiç bir şeye alışmadı. Sadece ses, koku, tad ve dokunma duyuları gözün yerini almaya çalıştı. Önce ellerimizle peçetemizin, çatal ve bıçağımızın yerini bulduk. Gelen su şişesinden bardaklarımızı doldurmayı öğrendik(bardağın dolup dolmadığını parmağımızla kontrol edip anladık) Sarah büyük bir profesyonellikle yemeklerin servisini yaptı. Ilk tabak bir entrée idi, çatal kullanmaya çalıştım ama sanki tabakta alınacak hiç bir şey yoktu, elimle tabağın çevresini gezindim, ortasına geldiğimde daha uzunca bir şeye değdi elim, bunun bir sos bardağı olduna karar verdim. Kokladım, hiç bir şeye benzetemedim. Ellerimle tabağın içinde dolaştım, elime bir parça ulaştı, ağzıma attım, bir dilim greyfurttu, sonra dilim dilim bir şeyler yedik ama tadını hiçbirimiz anlayamadık. Bardaktakı sos da ne mayonezdi, ne kremaydı, ama lezzetliydi. Elle yemeğin zevkine varmaya çalıştım. Tabaklarımız toplandı, ana yemeği beklemeye başladık. Bu arada restoran epey doldu ya da bize öyle geldi. Kapasitesini, boyutlarını, düzenini anlamak mümkün değildi, arkamdan sesler geldiğinden orada da bir sıra masa olduğunu anladık. Yandaki masalarla hoşbeş ilerlerken ana yemeğimiz geldi. Mantar sote kokusu mükemmeldi, bu sefer çatal-bıçak kullanacağım dedim ve becerdim. Mantarları, balığı, bezelye, mısır ve havuç tanelerini bu sefer daha çabuk keşfettik. Tatlı olarak da nefis çilek kokusu restoranı etkisi altına aldı. Baştaki tedirginliğimiz zamanla kendini belli bir rahatlığa bıraktıysa da bilinmez ve görünmeze kendinizi bırakıvermek hiç de kolay değil... Yemek bitiminde yine aynı sistemle restorandan çıkıp ışığa kavuştuk. Yediğimiz menüyü gösterdiler, entrée'mizin tavuk ve karnabahar sosu olduğunu, tabakların sunum şeklini öğrendik!!

O iki saatlik deneyimin ardından vardığım sonuçlar:
-Işıksız, renklerden, şekillerden uzak bir yaşam hayal edilebilir bir şey değil. Ustelik bir düşünün, yaşadığımız dünya ne kadar da görsellik üzerine kurulu, değil mi?
-Oysa hiç bir şey görmediğiniz anda diğer duyularınız artı önem kazanıyor: Yemekte kokuların önemi bir kez daha ispat oldu. Görüntü olmadığı durumda sesler inanılmaz yüksek geliyor; konuşmalar, çatal-bıçak-bardak-tabak seslerini çok daha güçlü yaşıyorsunuz. Yediğimiz yemek önemli değildi, zaten çok da özel değildi ama karanlığın, gerçek karanlığın ne olduğunu ilk kez yaşadım.
-Gören insanlar olarak bildik ortamımızdan kopup görmeyen bir insanın bize yön vermesi ve ona tamamen güvenip bağımlı olmak farklı bir his...
-Gözlerimizin değerinin paha biçilmez olduğu gerçeğini hiç düşünmediğimizi düşündük, bir de ışığa kavuşmanın sonsuz hazzını...
-Karanlıkta yaşayan tüm görme özürlü insanların yaşamından çok kısa bir kesit yaşamak inanılmaz bir deneyimdi, alkışlanması gereken o cesur insanlara artık aynı gözle bakmamız mümkün değil...
-Hangi kelime ile ifade edebileceğimi bilemediğim, belki "bouleversant"(sarsıcı, altüst edici) sözcüğünü kullanabileceğim bu deneyimi, ilgilenen herkese içtenlikle tavsiye ediyorum.

Bu sabah ise ilginç bir tesadüf, üyesi olduğum bir internet grubundan gelen http://www.dialog-im-dunkeln.de/ adresinde dolaştım. Hamburg’da açılan “Dialog in the Dark”(Karanlıkta Diyalog) adlı sergide rüzgar, değişik ısılar, dokular, sesler ve kokuların bulunduğu özel hazırlanmış odalarda yine eğitilmiş görme özürlülerle gezip günlük rutini yaşamaya çalışıyorsunuz. Kısa bir yemek deneyiminin hala etkisinde olduğum düşünülürse bu serginin etki alanını hayal bile edemiyorum. Ve diyorum ki küçük dünyalarımızın dışındakileri denemeye açık olmak ve "diğeri"nden çok şey öğrenmek mümkün. Farklı deneyimlerle dünyaya daha geniş gözlüklerle bakmak, kimseyi yargılamadan empati duymayı öğrenmek-- belki de dünyanın geleceği bu zor ama aslında basit denklemde saklı. Ne dersiniz?