21 Kasım 2016 Pazartesi

Trikoların Kraliçesi


25 mayıs 1930’da burjuva ve entellektüel bir ailede 5 kızkardeşin en büyüğü olarak doğdu. Babası Romanya, annesi Polonya Yahudisiydi. Savaş kendi deyimiyle ‘çocukluk yıllarını çaldı’, derin travmalar bıraktı. 1954 yılında Sam ile evlendi. Sinagog düğününde erkekler fraklı, kadınlar uzun elbiseli, kendisi geleneksel bir gelinlik içindeydi, herşey Aşkenaz geleneklerine göre gerçekleşti. Oysa o gün çok hastaydı, sanki içinden bir ses yapmamasını söylemekteydi. Fondaki dua ‘bu yüzükle bana sadık kalacaksın’ derken sanki vücudu evlenmeyi reddetmekteydi. Hayatını tek bir adama, bir aileye bağlaması, cuma akşamlarını kutsayacak dindar bir ev hanımı olması mümkün değildi. Sanata, hayata, ideale adayacaktı hayatını.

Sam’den iki çocuğu oldu. 1955’de, onun ayak izlerini takip edecek kızı Nathalie, 1961’de kör doğan ve ünlü bir müzisyen olan oğlu Jean-Philippe. Hamileliğinde mağaza vitrinlerinde istediği gibi rahat kıyafetler bulamadı. Hayallerini tasarlamaya karar verdi. Jarseden hazırladığı hamile elbisesi ve vücuda oturan ince örgü çizgili kazak, eşinin Laura adlı prêt-a-porter mağazasında ‘best-seller’ oldu. 1963’de dönemin ünlü şarkıcısı Françoise Hardy bu çizgili kazakla Elle dergisinde kapak olunca sükse kaçınılmazdı. Audrey Hepburn aynı kazağın 14 rengini satın aldı! Artık Sonia kendi kanatlarıyla uçacaktı.

Eşinden ayrıldı, 1966’da kendi şirketini kurdu, 1968’de Paris’teki ilk mağazasını açtı. 1972’de Amerikan moda dergisi Women's Wear Daily tarafından ‘trikonun kraliçe’si ilan edildi. Sonia’ya göre giysiler kadına adapte olmalıydı, tersi değil! ‘La démode’ konseptini yarattı. Kadınlar modanın diktasına boyun eğmemeli, kendi zevk ve vücutlarına uygun giyinmeliydiler. Giysileri hem rahat hem özenliydi, malzemeler yumuşak, dökümlüydü. Anglo-saxonların ‘poor boy sweater’ (fakir çocuğun kazağı) adını verdikleri kazakları sembol giysisi oldu. Dikişler görünür oldu, astarlar kalktı, kadifeden ilk sofistike eşofmanı yarattı. Kadının vücuduyla ‘evlenen’ örgüler devrim yarattı, çizgiler, straslar, danteller, mesaj içeren baskılar, grafik motifler ilkleriydi. Aslında imza attığı kadının bağımsızlığı ve kendine güveninin yanısıra feminen ve sensüel kalabilmesiydi.

1987’de erkek ve çocuk, ardından parfüm, aksesuar ve ayakkabı koleksiyonları geldi. Otobiyografiden denemeye çocuk masalından romana kitaplar yazdı, tiyatro oyunları hazırladı, müzikaller için kostümler çizdi, Hôtel Crillon ve Lutétia gibi dünyaca tanınan mekanların dekoratörlüğünü yaptı.
Sonia için Yahudiliği öncelikle bir aile geleneğiydi, bir folklördü, çocukluk anıları, geleneksel yemekler hazırlayan göçmen büyükanneleriydi. Kendisini ‘baştan ayağa Slav’ diye değerlendirirdi. Anne-babası dindar değildi ama ‘Yahudilik ruhu’na sahiptiler, Fransız toplumuna entegre olmuş cumhuriyetçi bir Yahudilikti bu. Daha sonraki yıllarda Israil’de yaşayan kız kardeşi Muriel ve eşi Philippe sayesinde Yahudiliğe yakınlaşmıştı. Philippe’in annesiyle arkadaş olmuş ve onun çocuklar için açtığı Yad Rachem çalışma evini desteklemişti. Tel Aviv yakınlarında Rykiel adlı bir kreş açmıştı. Sonia için Israil önemliydi, ‘tabii ki ülkenin tarihi beni derinden etkiliyor’ derdi. Önce model, sonra stilist, daha sonra da şirketin yönetimini devralan kızı Nathalie ile Israil’de bir şeyler yaratmak fikrini çok seviyordu, ihtiyacı olanlarla ilgilenmek, onlara yardımcı olmak…. Kendileri için çok önemli olan Fransız kimliklerinin yanısıra Nathalie’nin dediği gibi ‘Yahudilik bir parçamız, özümüz, içgüdüsel yanımız’…

2008 yılı Sonia için çok önemli bir yıldı. Légion d’honneur madalyası ile ödüllendirildi. Modaevinin kuruluşunun 40. yılında Saint Cloud Parkında düzenlenen kutlama defilesinin kapanış show’u uluslararası üne sahip 30 büyük modacının Rykiel vizyonuyla gerçekleştirildi. Yine o yıl  Musée des Arts Décoratifs de Paris’de açılan özel bir sergiyle onurlandırıldı. O tarihlerde verdiği röportajda yaptıklarından gurur duyduğunu, aile şirketinde kızkardeşi ve kızıyla çalışmaktan mutlu olduğunu belirtti. Yahudiliğini soran gazeteciye ‘bana soru sorulduğunda konuşurum, dindar değilim, dinimi ön plana çıkartmak gibi bir derdim yok. Hatta çocukken okulda iyi not almak için kiliseye gidip mum yakardım’ der. Işlerini kızına devretmişti, ama çizmeye devam ediyordu. Gelecek için hedefleri sorulduğunda 80 yaşında  ‘gelişmeye devam etmek, öğrenmek, yaratmak, yazmak istiyorum’ demişti.

2012 yılında gazeteci Judith Perrignon ile yazdığı ‘N'oubliez pas que je joue’ kitabında 15 yıldır Parkinson hastası olduğunu ilk kez kamuoyuna açıkladı. Bu hastalık annesini yokeden  hastalıktı, asla vazgeçmemeye yeminliydi.

Sonia Rykiel, doğuşu Sonia Flis, 25 ağustos 2016 tarihinde Paris’te 86 yaşında hayata gözlerini kapattı. Montparnasse mezarlığına defnedildi.

Ölümünün ardından stilist Jean-Charles de Castelbajac şöyle diyordu: ‘1960’ların başında Rykiel moda dünyasını yerinden oynattı. Detaylara düşkündü, yaratıcı bir cesareti vardı.  Hem şık hem cool tarzıyla modern bir feminizm yarattı. Ciddi bir vizyonerdi. Ikimizin ortak fikri bir giysinin sadece bir süs olmadığı, aslında bir manifesto olduğudur. Yokluğunu çok hissedeceğiz.’

Jean-Paul Gaultier de Rykiel’in ardından ‘kadınların yararına sunduğunuz devrim niteliğindeki çalışmalarınıza hayranım. Hepimize verdiğiniz ilham için teşekkür ederim.’ der.

Sonia Rykiel kendine has bir stil yaratmıştı, sürekli giydiği siyah fetiş rengi, ateş renkli özel kesim saçları adeta sıradışı ve asi karakterini yansıtırdı. Farklı alanlardaki yetenekleriyle Fransız haute-couture’nün bu atipik ismi ardında büyük bir moda tasarımcısı olmanın yanısıra akıntıya karşı moda yaratan bir kültür, bir marka, bir imaj, bir tarz ve bir yaşam şekli bıraktı.

Kendisini en güzel yine kendisi anlatmıştı: ‘Ben modanın düzenbazıyım. Genç kızken kıyafetlere, modaya özel bir ilgim yoktu; edebiyat ve flört etmeye daha meraklıydım! Hiç bir zaman dikiş eğitimi almadım, örgü örmeyi de bilmem. Ama buna rağmen trikonun kraliçesi oldum. Bu düzenbazlık değil de nedir?’



Kaynakça:
Tribune Juive
Actualite Juive
TV5 Monde

Wikipedia

Hannah’ın dünyası



Popincourt sokağına döndü. Kendi sokağı…Bu semt tüm hayatıydı. Kalbinin huzurla çarptığı dört küçük sokak: Popincourt, Basfroi, Roquette ve Sedaine. Voltaire meydanının pek yakınında. Akordeon sesleriyle, gazete satıcılarının bağrışlarıyla, bir evden öbür eve durmak bilmeyen konuşmalarla hiç ama hiç uyumayan, anne babasının deyimiyle ‘petit Istanbul’! ((küçük Istanbul)                

Küçük insanların semtiydi bu semt. Halıcılar, sandalyeciler, marangozlar, cilacılar... Daracık kaldırımlarında çarpışılır, sarmaş dolaş selamlaşılır, öpüşülürdü. Bütün hafta boyunca zor şartlarda yoğun çalışılırdı. Pazar günleri ise şık giyimli kızlar 4’lü, 5’li gruplar halinde dolaşır, genç delikanlılar kızlara ıslık çalar, muhabbet başlatmaya çalışır, semtin caféleri dolar taşardı. Bu semtte kendi evlerindeydiler, kendi aralarındaydılar, diğer Paris’lilerin küçümseyen bakışlarından uzakta, korunaktaydılar.                

Yaşadığı apartmana girdi. Merdivenleri soğan, et ve baharat kokuları sarmıştı. Annesi Abramoff’a gitmiş olmalıydı, Cinq Continents (Beş Kıta)’ya…Roquette sokağı 66 numaradaki ‘Türkiye’ kokan bakkala… Nane, çeşit çeşit baharatlar, kaşkaval (kaşar peyniri), kasanın yakınında müşterilerin birarada tattığı rakı. Bakkala haftada bir gidilirdi, daha fazlasına bütçeleri müsait değildi. Dükkanın kapısından girer girmez bayram başlardı. Kadınlar zeytinleri tatmaya başlar, erkekler emaye kapların içindeki baharatları keşfederlerdi. Dükkan sahibi neşeli günündeyse çocuklara fıstıklı ya da çikolatalı helva ikram eder, çocuklar da dükkanın önündeki kaldırımda bayıldıkları bu lezzetin tadını çıkartırlardı.                

Eve girdi. Anne, babası her zamanki gibi yüksek sesle kavga ediyorlardı. Hiç anlaşamıyorlardı. 1920’li yıllarda yapılan çoğu evlilik gibi onlarınki de Istanbul’da büyüklerın ayarladığı evliliklerdendi. Cécile doğduğu Romanya’dan antisemitizm nedeniyle kaçmak istiyordu. Kitaplarıyla ve şiirleriyle yaşamayı seven, duygularını ifade etmeyi beceremeyen ‘yalnız adam’ Haim’le evlenmeyi kabul etmişti. Güzel sarışın kadın Istanbul’a yerleşip bir memur eşi olarak rahat bir yaşam sürmeyi hayal ediyordu. Oysa Haim’in başka rüyaları vardı.

 Alliance Okulunda Fransızca öğrenmişti, Hugo, Baudelaire ve Verlaine’ye hayranlık duyuyordu. Osmanlı Imparatorluğunun çöküşüyle Türkiye’yi terk edip Paris’e yerleşmişti. Politik nedenlerle değil, sadece Fransa’ya aşık olduğu için. Neredeyse mistik bir aşktı onunkisi. 14 temmuz Özgürlük Bayramı Balosu, yaz aylarında Grands Boulevards yaşantısı, Tour de France bisiklet yarışması onun için dünya üstündeki mutluluğu simgeliyordu. Cécile bu göçe razı olmuştu olmasına ama her gün, her gece kocasının burnundan getiriyordu.                

Geçen ay Almanya’yla savaşa girildiğinden beri Behar’larda en ufak şey için bile kavga ediliyordu. Ama bu seferki konu önemsiz değildi.            
-Bunu yapamazsın diyordu Cécile.               
-Yapmak zorundayım diyordu Haim.
-Niye zorundasın? Sen Türk vatandaşısın. Bu savaştan sana ne?               
-Yanılıyorsun Cécile. Fransa bana herşeyi verdi. 1925 yılında buraya ilk kez yalnız başıma geldiğimde hiç bir şeyim yoktu. Çoraplarımı köhne bir otel odasının pis lavabosunda  yıkar, bir kaç frank için pazarlarda çalışırdım. Bugün güzel bir dükkanımız var, sen terzi olarak hayatını kazanıyorsun, kızımız Fransız. Artık burada sürgünde değiliz, geçici hiç değiliz. Bu ülkeye borcumu ödemeliyim, onlara layık bir şekilde hizmet etmeliyim, ben de herkes gibi savaşa gideceğim.                
-Ama seni istemiyorlar ki! Bir yabancı, üstelik bir Yahudisin sen…           
-Doğru. Legion’da ne yabancıları ne Yahudileri seviyorlar. Ama sebat ettim, on kez gittim, sonuçta beni kabul ettiler. Hitler’in ne büyük bir tehlike olduğunu anlıyorlar yavaş yavaş.
-Işte, tam da bu. Yaptığın çok çok tehlikeli. Üstelik ‘butika’yla kim ilgilenecek?                

Bu kelimeyle Hannah kapının arkasında duraksar, gülümser. Anne babası Fransızca konuşurlardı tabii ama tartışmalarını Judeo-Ispanyol lisanında yaparlardı. 15. yüzyılın Kastilyan lisanı, üstelik Rumca, Türkçe, Bulgarca kelimelerle süslü bir lisan. Müzikal, ahenkli bir dil. Hannah’ın konuştuklarını anlamadığını düşünüyorlardı ama yanılıyorlardı. Doğduğundan beri kulak misafiriydi bu lisana, kelime kelime işliyordu zihnine. Ama hiç renk vermeden! O anda Hannah’ın ayakları altındaki parke gıcırdadı.
            
-Sen misin Çiçek? dedi babası.   
             
Babası Hannah’ya Çiçek ya da Hanum derdi. Bazen de Minik Lokum! Kızına tutkundu Haim. (Keyfi yerinde olduğunda kızını Sedaine sokağındaki favori cafésine götürürdü, Bosfo’a. Çok mütevazi bir mekandı burası, bir bar, bir kaç sandalye, duvarlarda Türkiye manzaralı posterler. Buraya ne ambiyansı ne vasat kahvesi için gidilirdi. Türkiye’den gelen Yahudiler aralarında görüşmek, memleket hasreti gidermek, gurbet acısını paylaşmak için buluşurlardı.)
                
Sapsarı saçlı, masmavi gözlü, içinin güzelliği dışına yansıyan biricik kızlarının yanında Cécile ve Haim tartışmalarını hemen kestiler. Onun önünde bu savaştan bahsetmek neye yarardı ki? Oysa Hannah bir çok şeyi anlıyordu, kendine göre. Okulda herşeyden konuşuluyordu.
-Yemek yemek ister misin? dedi Cécile. Borekitas yaptım.                
Işte merdivenlere yayılan koku buydu, içi etli yarım ay börekçikler!
                
Hannah yatmayı tercih etti. Anne babasının, bahsederken seslerinin titrediği ne Romanya, ne Türkiye ona bir şey ifade ediyordu. Ne savaş, ne Almanlar, ne Hitler… Yarın okul vardı. Tavırlarıyla onu şaşırtan, merak ettiren Suzanne Dupuis’yle belki bir kaç kelime konuşabilirdi.



*
 Paris’de 1939 yılının kışı. ‘Küçük Istanbul’da 9 ve 10 yaşlarındaki iki kız çocuğu Hannah ve Suzon. Yazar Ariane Bois bu iki çocuğun gözünden işgal altındaki Paris’teki Yahudi-Türk diasporasının dünyasına götürüyor bizleri. Savaş yılları hayatlarını alt üst ediyor. Korku, sürgün, kayıp, korkunç bir sır… Acaba arkadaşlıkları savaşın acımasızlığına karşı koyabilecek midir?

                
Marie Claire grubunda toplumsal konularda muhabir ve Avantages dergisinde edebiyat eleştirmeni olan Ariane Bois duyarlı, alçak gönüllü ve çok dokunaklı bir romana imza atmış. Le monde d’Hannah (Hannah’ın Dünyası) zamana meydan okuyan dostlukların mucizevi gücüne de dikkat çekiyor. Paris’in bu hüzünlü ve acı savaş dönemine ilgi duyanlar için özellikle tavsiye ederim.

Hannah’ın dünyası



Popincourt sokağına döndü. Kendi sokağı…Bu semt tüm hayatıydı. Kalbinin huzurla çarptığı dört küçük sokak: Popincourt, Basfroi, Roquette ve Sedaine. Voltaire meydanının pek yakınında. Akordeon sesleriyle, gazete satıcılarının bağrışlarıyla, bir evden öbür eve durmak bilmeyen konuşmalarla hiç ama hiç uyumayan, anne babasının deyimiyle ‘petit Istanbul’! ((küçük Istanbul)                

Küçük insanların semtiydi bu semt. Halıcılar, sandalyeciler, marangozlar, cilacılar... Daracık kaldırımlarında çarpışılır, sarmaş dolaş selamlaşılır, öpüşülürdü. Bütün hafta boyunca zor şartlarda yoğun çalışılırdı. Pazar günleri ise şık giyimli kızlar 4’lü, 5’li gruplar halinde dolaşır, genç delikanlılar kızlara ıslık çalar, muhabbet başlatmaya çalışır, semtin caféleri dolar taşardı. Bu semtte kendi evlerindeydiler, kendi aralarındaydılar, diğer Paris’lilerin küçümseyen bakışlarından uzakta, korunaktaydılar.                

Yaşadığı apartmana girdi. Merdivenleri soğan, et ve baharat kokuları sarmıştı. Annesi Abramoff’a gitmiş olmalıydı, Cinq Continents (Beş Kıta)’ya…Roquette sokağı 66 numaradaki ‘Türkiye’ kokan bakkala… Nane, çeşit çeşit baharatlar, kaşkaval (kaşar peyniri), kasanın yakınında müşterilerin birarada tattığı rakı. Bakkala haftada bir gidilirdi, daha fazlasına bütçeleri müsait değildi. Dükkanın kapısından girer girmez bayram başlardı. Kadınlar zeytinleri tatmaya başlar, erkekler emaye kapların içindeki baharatları keşfederlerdi. Dükkan sahibi neşeli günündeyse çocuklara fıstıklı ya da çikolatalı helva ikram eder, çocuklar da dükkanın önündeki kaldırımda bayıldıkları bu lezzetin tadını çıkartırlardı.                

Eve girdi. Anne, babası her zamanki gibi yüksek sesle kavga ediyorlardı. Hiç anlaşamıyorlardı. 1920’li yıllarda yapılan çoğu evlilik gibi onlarınki de Istanbul’da büyüklerın ayarladığı evliliklerdendi. Cécile doğduğu Romanya’dan antisemitizm nedeniyle kaçmak istiyordu. Kitaplarıyla ve şiirleriyle yaşamayı seven, duygularını ifade etmeyi beceremeyen ‘yalnız adam’ Haim’le evlenmeyi kabul etmişti. Güzel sarışın kadın Istanbul’a yerleşip bir memur eşi olarak rahat bir yaşam sürmeyi hayal ediyordu. Oysa Haim’in başka rüyaları vardı.

 Alliance Okulunda Fransızca öğrenmişti, Hugo, Baudelaire ve Verlaine’ye hayranlık duyuyordu. Osmanlı Imparatorluğunun çöküşüyle Türkiye’yi terk edip Paris’e yerleşmişti. Politik nedenlerle değil, sadece Fransa’ya aşık olduğu için. Neredeyse mistik bir aşktı onunkisi. 14 temmuz Özgürlük Bayramı Balosu, yaz aylarında Grands Boulevards yaşantısı, Tour de France bisiklet yarışması onun için dünya üstündeki mutluluğu simgeliyordu. Cécile bu göçe razı olmuştu olmasına ama her gün, her gece kocasının burnundan getiriyordu.                

Geçen ay Almanya’yla savaşa girildiğinden beri Behar’larda en ufak şey için bile kavga ediliyordu. Ama bu seferki konu önemsiz değildi.            
-Bunu yapamazsın diyordu Cécile.               
-Yapmak zorundayım diyordu Haim.
-Niye zorundasın? Sen Türk vatandaşısın. Bu savaştan sana ne?               
-Yanılıyorsun Cécile. Fransa bana herşeyi verdi. 1925 yılında buraya ilk kez yalnız başıma geldiğimde hiç bir şeyim yoktu. Çoraplarımı köhne bir otel odasının pis lavabosunda  yıkar, bir kaç frank için pazarlarda çalışırdım. Bugün güzel bir dükkanımız var, sen terzi olarak hayatını kazanıyorsun, kızımız Fransız. Artık burada sürgünde değiliz, geçici hiç değiliz. Bu ülkeye borcumu ödemeliyim, onlara layık bir şekilde hizmet etmeliyim, ben de herkes gibi savaşa gideceğim.                
-Ama seni istemiyorlar ki! Bir yabancı, üstelik bir Yahudisin sen…           
-Doğru. Legion’da ne yabancıları ne Yahudileri seviyorlar. Ama sebat ettim, on kez gittim, sonuçta beni kabul ettiler. Hitler’in ne büyük bir tehlike olduğunu anlıyorlar yavaş yavaş.
-Işte, tam da bu. Yaptığın çok çok tehlikeli. Üstelik ‘butika’yla kim ilgilenecek?                

Bu kelimeyle Hannah kapının arkasında duraksar, gülümser. Anne babası Fransızca konuşurlardı tabii ama tartışmalarını Judeo-Ispanyol lisanında yaparlardı. 15. yüzyılın Kastilyan lisanı, üstelik Rumca, Türkçe, Bulgarca kelimelerle süslü bir lisan. Müzikal, ahenkli bir dil. Hannah’ın konuştuklarını anlamadığını düşünüyorlardı ama yanılıyorlardı. Doğduğundan beri kulak misafiriydi bu lisana, kelime kelime işliyordu zihnine. Ama hiç renk vermeden! O anda Hannah’ın ayakları altındaki parke gıcırdadı.
            
-Sen misin Çiçek? dedi babası.   
             
Babası Hannah’ya Çiçek ya da Hanum derdi. Bazen de Minik Lokum! Kızına tutkundu Haim. (Keyfi yerinde olduğunda kızını Sedaine sokağındaki favori cafésine götürürdü, Bosfo’a. Çok mütevazi bir mekandı burası, bir bar, bir kaç sandalye, duvarlarda Türkiye manzaralı posterler. Buraya ne ambiyansı ne vasat kahvesi için gidilirdi. Türkiye’den gelen Yahudiler aralarında görüşmek, memleket hasreti gidermek, gurbet acısını paylaşmak için buluşurlardı.)
                
Sapsarı saçlı, masmavi gözlü, içinin güzelliği dışına yansıyan biricik kızlarının yanında Cécile ve Haim tartışmalarını hemen kestiler. Onun önünde bu savaştan bahsetmek neye yarardı ki? Oysa Hannah bir çok şeyi anlıyordu, kendine göre. Okulda herşeyden konuşuluyordu.
-Yemek yemek ister misin? dedi Cécile. Borekitas yaptım.                
Işte merdivenlere yayılan koku buydu, içi etli yarım ay börekçikler!
                
Hannah yatmayı tercih etti. Anne babasının, bahsederken seslerinin titrediği ne Romanya, ne Türkiye ona bir şey ifade ediyordu. Ne savaş, ne Almanlar, ne Hitler… Yarın okul vardı. Tavırlarıyla onu şaşırtan, merak ettiren Suzanne Dupuis’yle belki bir kaç kelime konuşabilirdi.



*
 Paris’de 1939 yılının kışı. ‘Küçük Istanbul’da 9 ve 10 yaşlarındaki iki kız çocuğu Hannah ve Suzon. Yazar Ariane Bois bu iki çocuğun gözünden işgal altındaki Paris’teki Yahudi-Türk diasporasının dünyasına götürüyor bizleri. Savaş yılları hayatlarını alt üst ediyor. Korku, sürgün, kayıp, korkunç bir sır… Acaba arkadaşlıkları savaşın acımasızlığına karşı koyabilecek midir?

                

Marie Claire grubunda toplumsal konularda muhabir ve Avantages dergisinde edebiyat eleştirmeni olan Ariane Bois duyarlı, alçak gönüllü ve çok dokunaklı bir romana imza atmış. Le monde d’Hannah (Hannah’ın Dünyası) zamana meydan okuyan dostlukların mucizevi gücüne de dikkat çekiyor. Paris’in bu hüzünlü ve acı savaş dönemine ilgi duyanlar için özellikle tavsiye ederim.

Hannah’ın dünyası


Popincourt sokağına döndü. Kendi sokağı…Bu semt tüm hayatıydı. Kalbinin huzurla çarptığı dört küçük sokak: Popincourt, Basfroi, Roquette ve Sedaine. Voltaire meydanının pek yakınında. Akordeon sesleriyle, gazete satıcılarının bağrışlarıyla, bir evden öbür eve durmak bilmeyen konuşmalarla hiç ama hiç uyumayan, anne babasının deyimiyle ‘petit Istanbul’! ((küçük Istanbul)                

Küçük insanların semtiydi bu semt. Halıcılar, sandalyeciler, marangozlar, cilacılar... Daracık kaldırımlarında çarpışılır, sarmaş dolaş selamlaşılır, öpüşülürdü. Bütün hafta boyunca zor şartlarda yoğun çalışılırdı. Pazar günleri ise şık giyimli kızlar 4’lü, 5’li gruplar halinde dolaşır, genç delikanlılar kızlara ıslık çalar, muhabbet başlatmaya çalışır, semtin caféleri dolar taşardı. Bu semtte kendi evlerindeydiler, kendi aralarındaydılar, diğer Paris’lilerin küçümseyen bakışlarından uzakta, korunaktaydılar.                

Yaşadığı apartmana girdi. Merdivenleri soğan, et ve baharat kokuları sarmıştı. Annesi Abramoff’a gitmiş olmalıydı, Cinq Continents (Beş Kıta)’ya…Roquette sokağı 66 numaradaki ‘Türkiye’ kokan bakkala… Nane, çeşit çeşit baharatlar, kaşkaval (kaşar peyniri), kasanın yakınında müşterilerin birarada tattığı rakı. Bakkala haftada bir gidilirdi, daha fazlasına bütçeleri müsait değildi. Dükkanın kapısından girer girmez bayram başlardı. Kadınlar zeytinleri tatmaya başlar, erkekler emaye kapların içindeki baharatları keşfederlerdi. Dükkan sahibi neşeli günündeyse çocuklara fıstıklı ya da çikolatalı helva ikram eder, çocuklar da dükkanın önündeki kaldırımda bayıldıkları bu lezzetin tadını çıkartırlardı.                

Eve girdi. Anne, babası her zamanki gibi yüksek sesle kavga ediyorlardı. Hiç anlaşamıyorlardı. 1920’li yıllarda yapılan çoğu evlilik gibi onlarınki de Istanbul’da büyüklerın ayarladığı evliliklerdendi. Cécile doğduğu Romanya’dan antisemitizm nedeniyle kaçmak istiyordu. Kitaplarıyla ve şiirleriyle yaşamayı seven, duygularını ifade etmeyi beceremeyen ‘yalnız adam’ Haim’le evlenmeyi kabul etmişti. Güzel sarışın kadın Istanbul’a yerleşip bir memur eşi olarak rahat bir yaşam sürmeyi hayal ediyordu. Oysa Haim’in başka rüyaları vardı.

 Alliance Okulunda Fransızca öğrenmişti, Hugo, Baudelaire ve Verlaine’ye hayranlık duyuyordu. Osmanlı Imparatorluğunun çöküşüyle Türkiye’yi terk edip Paris’e yerleşmişti. Politik nedenlerle değil, sadece Fransa’ya aşık olduğu için. Neredeyse mistik bir aşktı onunkisi. 14 temmuz Özgürlük Bayramı Balosu, yaz aylarında Grands Boulevards yaşantısı, Tour de France bisiklet yarışması onun için dünya üstündeki mutluluğu simgeliyordu. Cécile bu göçe razı olmuştu olmasına ama her gün, her gece kocasının burnundan getiriyordu.                

Geçen ay Almanya’yla savaşa girildiğinden beri Behar’larda en ufak şey için bile kavga ediliyordu. Ama bu seferki konu önemsiz değildi.             -Bunu yapamazsın diyordu Cécile.               
-Yapmak zorundayım diyordu Haim.
-Niye zorundasın? Sen Türk vatandaşısın. Bu savaştan sana ne?               
-Yanılıyorsun Cécile. Fransa bana herşeyi verdi. 1925 yılında buraya ilk kez yalnız başıma geldiğimde hiç bir şeyim yoktu. Çoraplarımı köhne bir otel odasının pis lavabosunda  yıkar, bir kaç frank için pazarlarda çalışırdım. Bugün güzel bir dükkanımız var, sen terzi olarak hayatını kazanıyorsun, kızımız Fransız. Artık burada sürgünde değiliz, geçici hiç değiliz. Bu ülkeye borcumu ödemeliyim, onlara layık bir şekilde hizmet etmeliyim, ben de herkes gibi savaşa gideceğim.                
-Ama seni istemiyorlar ki! Bir yabancı, üstelik bir Yahudisin sen…           
-Doğru. Legion’da ne yabancıları ne Yahudileri seviyorlar. Ama sebat ettim, on kez gittim, sonuçta beni kabul ettiler. Hitler’in ne büyük bir tehlike olduğunu anlıyorlar yavaş yavaş.
-Işte, tam da bu. Yaptığın çok çok tehlikeli. Üstelik ‘butika’yla kim ilgilenecek?                

Bu kelimeyle Hannah kapının arkasında duraksar, gülümser. Anne babası Fransızca konuşurlardı tabii ama tartışmalarını Judeo-Ispanyol lisanında yaparlardı. 15. yüzyılın Kastilyan lisanı, üstelik Rumca, Türkçe, Bulgarca kelimelerle süslü bir lisan. Müzikal, ahenkli bir dil. Hannah’ın konuştuklarını anlamadığını düşünüyorlardı ama yanılıyorlardı. Doğduğundan beri kulak misafiriydi bu lisana, kelime kelime işliyordu zihnine. Ama hiç renk vermeden! O anda Hannah’ın ayakları altındaki parke gıcırdadı.
             -Sen misin Çiçek? dedi babası.                
Babası Hannah’ya Çiçek ya da Hanum derdi. Bazen de Minik Lokum! Kızına tutkundu Haim. (Keyfi yerinde olduğunda kızını Sedaine sokağındaki favori cafésine götürürdü, Bosfo’a. Çok mütevazi bir mekandı burası, bir bar, bir kaç sandalye, duvarlarda Türkiye manzaralı posterler. Buraya ne ambiyansı ne vasat kahvesi için gidilirdi. Türkiye’den gelen Yahudiler aralarında görüşmek, memleket hasreti gidermek, gurbet acısını paylaşmak için buluşurlardı.)
                
Sapsarı saçlı, masmavi gözlü, içinin güzelliği dışına yansıyan biricik kızlarının yanında Cécile ve Haim tartışmalarını hemen kestiler. Onun önünde bu savaştan bahsetmek neye yarardı ki? Oysa Hannah bir çok şeyi anlıyordu, kendine göre. Okulda herşeyden konuşuluyordu.
-Yemek yemek ister misin? dedi Cécile. Borekitas yaptım.                
Işte merdivenlere yayılan koku buydu, içi etli yarım ay börekçikler!
                
Hannah yatmayı tercih etti. Anne babasının, bahsederken seslerinin titrediği ne Romanya, ne Türkiye ona bir şey ifade ediyordu. Ne savaş, ne Almanlar, ne Hitler… Yarın okul vardı. Tavırlarıyla onu şaşırtan, merak ettiren Suzanne Dupuis’yle belki bir kaç kelime konuşabilirdi.


*
 Paris’de 1939 yılının kışı. ‘Küçük Istanbul’da 9 ve 10 yaşlarındaki iki kız çocuğu Hannah ve Suzon. Yazar Ariane Bois bu iki çocuğun gözünden işgal altındaki Paris’teki Yahudi-Türk diasporasının dünyasına götürüyor bizleri. Savaş yılları hayatlarını alt üst ediyor. Korku, sürgün, kayıp, korkunç bir sır… Acaba arkadaşlıkları savaşın acımasızlığına karşı koyabilecek midir?
                
Marie Claire grubunda toplumsal konularda muhabir ve Avantages dergisinde edebiyat eleştirmeni olan Ariane Bois duyarlı, alçak gönüllü ve çok dokunaklı bir romana imza atmış. Le monde d’Hannah (Hannah’ın Dünyası) zamana meydan okuyan dostlukların mucizevi gücüne de dikkat çekiyor. Paris’in bu hüzünlü ve acı savaş dönemine ilgi duyanlar için özellikle tavsiye ederim.

15 Eylül 2016 Perşembe

Paris’teki Uzakdoğu


Paris, 17/08/2016
 
Yine bir Ağustos ayı. Paris sessiz.

Daha az trafik, daha az insan, daha az sayıda açık dükkan ve restoran. Dünyanın önemli bir metropolü için şaşırtıcı gelebilir ama Parisliler için hiç değil, hatta çokça kanıksanan bir gerçek. Her ağustos ayında topluca çıkılan yaz tatilleri nedeniyle şehir sanki büyük bir metamorfoza uğrar!

Şehrin boşalması kimi bölgelerde çok daha ciddi hissedilirken daha etnik grupların yoğun yaşadığı semtlerde ‘terkedilmiş şehir sendromu’ daha az hissedilir. Afrikalıların, Hintlilerin, Pakistanlıların, Uzakdoğuluların bölgeleri nispeten daha canlı olur. Paris deyince Fransızların yanısıra bu kozmopolit şehirde yaşayan farklı etnik topluluklar da mutlaka akla gelmeli zaten. Paris’e asıl rengini veren de bu mülti-kültürel yapı. Bu ay bu etnik çeşitlilikten biraz bahsetmeye çalışacağım; konumuz Paris’teki Uzakdoğulular.

Paris’teki Uzakdoğu topluluğunun tarihçesi 17. yüzyılın ikinci yarısında Paris’e göç eden Çinlilerle başlıyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında da Fransız hükümeti çoğunlukla Wenzhou şehrinden 150.000 kadar Çinli işçiyi ülkeye getirir. Kimi savaş sonrasında ülkelerine döndüyse de kalanlara 1930’larda Avrupa’da daha iyi yaşam koşulları arayışıyla zanaatkar göçü,  1970-1980’lerde de Kamboçya, Laos ve Vietnam’dan mülteci göçü eklenir. Ikinci ve üçüncü nesille birlikte, cemaat, özellikle son yıllarda Wuhan, Şangay, Beijing, Chengdu, orta ve kuzey Çin’den gelen öğrencilerle de birleşerek büyür.

Çinlilerin yaşam bölgesi Paris’te dört ana semtte yoğunlaşır: 13. bölgedeki Place d’Italie yakınlarındaki Choisy Üçgeni denilen (Choisy, Ivry ve Masséna caddeleri arasındaki bölge) en büyük Çin cemaatini ağırlar.

Ikinci büyük yerleşim bölgesi 10, 11, 19 ve 20. bölgelerin birleştiği Belleville’dir. Şehrin kuzeydoğusundaki bu bölge tepeler ve parklarıyla genelde pek fazla tepeliği olmayan Paris’e hoş bir hava verir, güzel manzaralı tepeciklerden sanki Paris ayaklarınızın altındadır. Küçük bir kasaba havasındaki dar arnavut kaldırım sokaklardan oluşan bu bölge, 20. yüzyılın ikinci yarısında Ermeni, Yunan, Arap ve Kuzey Afrika Yahudilerinin de yerleştiği çok renkli bir semttir. Kültürlerin içiçe geçtiği, her tür etnik dil, kıyafet, yaşam tarzı, yeme-içme alışkanlığı, küçük esnafın yanyana yaşayıp çalıştığı, Çinli mezecinin yanındaki Yahudi restoranına Çin böreği ikram edip karşılığında falafel sandviçi aldığı tatların, renklerın, kokuların karıştığı capcanlı bir yaşam alanı.

Üçüncü semt şehrin en eski Çin yerleşimlerden 3. bölgedeki Temple ve Arts-Metiers metrosu civarındaki gizli saklı Maire ve Volta gibi kaldırım taşlı sokaklardır. Volta sokağı numara 3’ün Paris'in en eski binası olduğu rivayet edilir, 1240 yılından beri o noktada ayakta durmaktadır. Şu anda Taing Song-Heng adlı bir Vietnam restoranını barındırır girişinde. 39 rue au Maire’de Chez Shen ve 9 rue Volta’da Chez Xu otantik Çin yemeği için iyi seçeneklerdir. Buralar gastronomik adresler değildir, hatta bazen tam olarak ne yediğinizi kestiremeyebilirsiniz(!) ama kimi zaman önemli değildir çünkü tadlar çok güzeldir. Diğer Çin mahalleleri gibi yan masalar turist dolu değildir, restoran çalışanları kendi dillerinde bağırıp çağırarak çalışırlar ama farklı bir atmosfer hüküm sürer ki hoşunuza gidebilir. Çevredeki marketler de ‘Fransız saatine’ göre çalışmazlar, gece yarılarına dek alışveriş için açıktırlar.

Dördüncü yerleşim ise daha az bilinir. 18. bölgedeki Chapelle bulvarı, Ordener sokağı, Marx-Dormoy ve Riquet civarında aktivite rue de Torcy’deki kapalı pazarda yoğunlaşır. Japon ve Korelilerin yoğun bulunduğu semt ise rue Sainte Anne ve rue des Petits-Champs bölgeleridir.

Çin Yılbaşısı

Tüm dünyada Çinliler ocak-şubat aylarında bahar bayramlarını kutlarlar. Bu dönem uzun bir tatildir; işyerleri kapanır, aileler mutlaka bir araya gelir. Büyük sofralar etrafında leziz yemekler yenir, çocuklara “hong bao” denilen kırmızı zarflarda para dağıtılır. Her yerde kırmızı süslemeler vardır çünkü kırmızı renginin uğuruna inanılır. Paris’te de her yıl Çin yılbaşı kutlamaları çok canlı geçer. Bütün bir haftaya yayılan kutlamalar Hotel de Ville (Paris Belediye binası)’den yürüyüşle başlar, kortej epey renkli görüntülere sahne olur. Place d’Italie civarında kırmızı lambalar ve balonlarla süslü sokaklardaki geleneksel Dragon dansı, Olimpiyat arabası, Beijing Operası karakterleri, geleneksel köstümlü zarif Çinli kızların oluşturduğu renkli görüntüler ve kötü ruhları kovmak için kaldırım boyunca yerleştirilen çatpatların ateşlenmesi izlemeye değer. 

Paris’te Çin mutfağı

Yolunuz Paris’e düştüğünde gerçek Çin mutfağı denemek isterseniz benim favorim bir kaç lezzetli adres de verelim:

Miam Guan (34 rue de Belleville) Dekorasyona sakın takılmayın. Restoranın arkasında çalışan ekip noodle’ları taze taze yapar, çorbalar başlı başına bir ziyafet…

La Mangue Verte (100 avenue d’Ivry) Vietnam ve Tayland spesyaliteleri için, özellikle marmite de canard au pruneau (kuru erikli ördek yahni) nefis.

Trois fois plus de piment (184 rue Saint-Martin) Sichuan mutfağı, bol acılı sevenlerin cenneti…

L’Empire des Thés (101 avenue d'Ivry) çay saati için ideal. ‘Her masada mandalinalar ne hoş bir misafirperverlik’ diyordum ki mandalinanın şans ve iyi gelecek sembolü olduğu ve bahar bayramında bolca dağıtıldığını öğrendim.

Hoa Nam (51 avenue d'Ivry) Paris’in en tanınmış şarküterilerinden. Pasta, dim sum(buharda ravyoli), banh cuon (pirinç unundan krep) ve börek çeşitleri için ideal. Dükkanın girişinde elinize bir tepsi tutuşturuyorlar, almak istediklerinizi tepsiye dizip çıkışta kasada ödüyorsunuz. Sebzeli çin börekleri harika!

Tang Freres (48 avenue d’Ivry) artık küçük bir imparatorluk haline gelen, her tür Asya malzemesini bulabileceğiniz önemli ve büyük marketlerden biri. Big Store (81 avenue d’Ivry) da telaffuzu zor, tadını tanımadığımız her tür egzotik sebze ve meyvenin bulanabileceği ‘rakip’ market. Biraz alışveriş yapmadan geri dönmeyin derim!
 

 

12 Ağustos 2016 Cuma

Sözler ne ki...

                 


            Bu ayki Paris Esintisi’nde Avrupa Futbol Şampiyonası Europe 2016’dan bahsedecektim. Kısa bir özet yapmıştım bile. Fransa’nın yarı finalde Almanya’yla karşılaşmasından galip çıkması gururları okşamıştı, kupa için umut vermişti. Paris'te oynanan final maçında ev sahibi Fransa’yı 1-0 yenen Porkekiz şampiyonluğa ulaştı. Bu yenilgi Fransızları acıttı evet, ama kupayı Portekiz’in kazanmasına sempatiyle baktılar. Ne de olsa Portekiz küçük bir ülkeydi, daha önce hiç kupayı kazanmamıştı, yıldız oyuncuları Ronaldo maçın ilk 20 dakikasında sakatlık geçirerek gözyaşları içinde sedyeyle oyundan ayrılmak zorunda kalmıştı. 109. dakikada Eder’in 25 metreden attığı nefis golle tarihlerinde ilk Avrupa şampiyonluğuna ulaşan Portekizliler galibiyetlerini Champs Elysées’ye çıkarak kutladılar. Şampiyonluk sarhoşluğu, aşırı taşkınlıklar olmadan, neşe ve coşkuyla yaşandı.

            Maçın ertesi günü işyerlerinde, kahve molalarında hep maçı konuşup durduk. Galibiyet Fransa’ya bu sefer de nasip olmadıysa da bütün bir ay boyunca hepimiz futbola doymuştuk. Futbola çok meraklı olmayanlarımız bile çeyrek final, yarı final, final derken arkadaşlarımızla toplanıp ya stadlarda, ya cafélerde, ya evlerde televizyon karşısında 90 dakika kilitlenmiştik. Genç oyuncu Antoine Griezmann gönüllere taht kurmuştu, Dimitri Payet adından sıkça söz ettirmişti, kaleci Hugo Lloris nefis kurtarışlar yaparak bolca alkışı hak etmişti.

            Şampiyona nedeniyle bir ay boyunca esnafın da yüzü gülmüştü. Caféler, restoranlar dolup taşmıştı, cirolarını bir kaç katına katlamışlar, binlerce litre şarap ve bira satışı yapılmıştı. Pizzacılar, sushiciler bayram etmişlerdi. Uzun süredir iyi iş yapmayan oteller, azıcık fiatlarını bile arttırıp, tam kapasite çalışmışlardı. Hediyelik eşyacılardan forma satıcılarına, bayrakçılardan su satanlara milyonlarca euroluk hacim yapılmıştı. Pazar günkü kupa finalinin ardından Euro 2016 sayfası acısıyla-tatlısıyla kapanmıştı.

           Perşembe akşamı Fransa’nın Ulusal Bayramı ‘Bastille Day’ kutlandı. 14 temmuzun tarihçesi 1789 devrimine dayanıyor. Monarşiyi protesto eden isyancılar, 14 temmuz 1789'da kraliyet yönetimini temsil eden Bastille hapishanesini basmıştı. Yaşanan çatışma sonucunda bir çok isyancı hayatını kaybetmiş, Kral XVI. Louis ve Kraliçe Marie Antoniette idam edilmişti. Bu yıl da- her yıl gibi- büyük, küçük her kasabada, şehirde konserler düzenlendi, kutlamalar yapıldı, havai fişek gösterileri gerçekleştirildi. Paris’teki kutlama tek kelimeyle muhteşemdi. Nefis bir konserin ardından dolu dolu 35 dakika havai fişeklerle gökler parladı.

            Ama benim içimde sürekli bir kaygı... ‘Kupa süresince ve bu kutlamada güvenlik önlemleri iyiydi, çok şükür bir terör olayı olmadı, insanlar biraz huzur buldu, sevindi, yaz tatili artık çoğu için başlayabilir’ derken BUMMM!! Bu sefer terör güney Fransa’nın Nice şehrini vurdu! Mohamed Lahouaiej Bouhlel 19 tonluk soğutuculu kamyonuyla girdi şehre. Sahil şeridindeki Promenade des Anglais’de kutlamalar için toplanmış halkın üzerine sürdü koca kamyonunu. Hızla gidiyordu, zig zaglar yaparak ilerliyor, kaldırıma inip çıkıyordu. Saldırıyı düzenleyen kişinin bugüne kadar ‘radikal’ bir davranışı olmamıştı, polisin terörist kayıtlarında adı geçmiyordu. Silahlı soygun, hırsızlık ve aile içi şiddet suçları olduğu, depresif bir karaktere sahip olduğu çıkıyor ortaya daha sonra... 2008 yılında Tunus’tan Fransa’ya gelmiş, eşinden ayrılmış, üç küçük çocuğu var. Çok kısa bir zaman zarfında radikalleştiği düşünülüyor. Olaydan 10 gün önce 4 temmuz günü sahil şeridindeki bir araç kiralama şirketinden kullanacağı kamyonun rezervasyonunu yapmış, 11 temmuz günü de ‘ölüm aracı’nı kiralamıştı.

            Her zaman turist ve yerel halkla cıvıl cıvıl olan, Nice sahilinden gelen görüntüler içler acısıydı. Yerlerde onlarca beden, sahildeki restoranların masa örtüleriyle bile örtülü olan cesetler vardı aralarında. Tatildeki turistler, polis müdürü, antrenör, aileler, ufacık bir çocuk, yanıbaşında minik oyuncak bebeği... 84 ölü, yüzlerce yaralı, çoğu ağır yaralı, komada... Yakınlarını arayanlar, çığlıklar, haykırışlar... Ardından hüzün, üzüntü, tedirginlik, acı... Sadece lanetlemek yetmiyor. Teröre lojistik ve finansal destek veren devletler/kurumlar olduğu müddetce teröre dur denilmesi mümkün değil. Olan halka, masum insanlara, gençlere, küçücük çocuklara, ailelere oluyor. Bugün de kurtardık mı diyelim? Halamın söylediği gibi artık ‘dünya çıldırdı, eceliyle ölmek lüks oldu’!

            Daha 24 saat geçmeden 15 temmuz akşamı, saat 23:00 Radyoda kısa bir haber duyuyorum: Spiker Türkiye’den ‘karışık haberler’ geldiğini söylüyor: darbe girişimi, havaalanları kapatıldı, tanklar sokaklarda, Genel Kurmay kuşatıldı, TBMM bombalandı, alçak uçan savaş uçakları... Ilerleyen saatlerde sokaklara çıkan kalabalıklar, kafası kesilen askerler, ölüler, yaralılar, feryadlar, şiddet, nefret, fanatizm... Kabus mu bu? Bütün geceyi televizyon ve internet başında geçiriyorum, haberleri izliyor, mesajlara bakıyor, bölük pörçük bilgi parçalarını biraraya getirmeye, onlardan bir anlam çıkartmaya çalışıyorum. Dehşet içindeyim.  

            Bir gece önce Nice’e ağlarken ertesi gün Türkiye için ağlıyorum.

            Sözler ne ki? Kimi zaman çok güçlü, kimi zaman tamamen kifayetsiz...

            Dünya yine karardı.

            Masumiyetlerimizi yitiriyoruz her yeni gün....

            Çaresizliğime de öfkeleniyorum...

            Umutları nasıl canlı tutacağız ki?

            Yüreğim çok ağır, içim nasıl acıyor...

Paris, 16 temmuz 2016
 

 

Sular altında Paris


Bahar çok tatsız geçti bu diyarlarda... Günlerce süren yağışlar, soğuklar, karanlık  hava mayıs ve haziranın ilk yarısını aldı götürdü bizden.

Paris’in tarihindeki en büyük sel felaketi 1910 yılının ocak ayında yaşanır. 1909’un yaz ayları çok yağışlı, kış da çok karlı geçtiğinden Seine nehri on gün boyunca yavaş yavaş yükselerek taşar. Nehrin seviyesini ölçme aracı olarak Paris’teki Alma köprüsünün altındaki Zouave heykeli kullanılır. 1910 afeti sırasında Zouave omuzlarına kadar suya gömülür. Şehir tamamen karanlığa bürünür, içecek su bulunmaz. O dönemde mevcut olan 5 metro hattı çalışmaz, garlar kapanır. Bugün Orsay Müzesi olan dönemin Orsay Garındaki tren vagonları tamamen suya batar. Sel felaketinden etkilenen kişi sayısı tahmini 200.000 iken selin insani bilançosu, devrilen bir sandalda boğulan tek bir kişiyle sınırlı kalır mucizevi olarak. Suyun normal seviyesine ulaşması ise bir ay sürer.

Tarihler haziran 2016’yı gösterdiğinde uzun süredir devam eden sağanak yağışlar nedeniyle Seine nehri 6 metre seviyesini aştı, yaşanan taşkınlar nehir kenarındaki kimi yolların araç trafiğine kapanmasına neden oldu. Tren seferleri durduruldu. Kıyılardaki restoran ve barlar kapandı. Nehrin simgesi gezinti gemileri günlerce seferlerini yapamadılar. Louvre Müzesi alt katındaki sanat eserlerini korumak için büyük bir kurtarma operasyonu düzenledi; Orsay Müzesi ziyarete kapandı. Paris Venedik’i andırdı kimi bölgelerde... Turistleri köprülerin üzerinde sıradışı görüntüleri fotograflarken gördük sürekli.

Sadece Paris’te değil, ülkenin 19 bölgesinde turuncu alarma geçildi. Essonne, Seine-et-Marne ve Seine-Saint-Denis bölgelerinde binlerce hane tahliye edilirken tren raylarını, otoyolları, köprüleri, evleri, işyerlerini su bastı. Hastanelerde elektrik kesintileri yaşandı. Okullar, huzurevleri kapandı. Kamu hizmetleri durdu. Çiftçiler perişan oldu. Maddi zarar milyarlarca euroya ulaştı.

Geçtiğimiz haftalar Fransa tarihinde sadece bu doğal afetle anılmayacak. Hükümetin meclisten geçirmeye çalıştığı yeni Iş Yasasına tepkiler gittikçe artarak devam etti. Önce rafineriler, ardından nükleer santraller kapanırken benzin istasyonlarında uzun kuyruklar oluştu. Şehirde toplu taşıma araçları düzenli çalışmıyor. Hava kontrolörleri ara ara bu grevlere katılıyor. Air France’ın tehditleri sürüyor. Ardarda yapılan toplantılardan sonuç alınamıyor, grevlerin uzun süre daha devam edeceği açıklanıyor. Hükümet sendikaları, sendilar hükümeti dize getirmekle tehdit ediyor, karşılıklı gövde gösterileri gündemin ilk haberlerini işgal ediyor, halk burnundan soluyor.  

Durun, daha bitmedi: Paris çevresindeki çöp arıtma tesisleri de grev kervanına katıldı. Şehrin kimi semtlerinde çöp toplanması özel sektörün elindeyken diğer büyük kısmı belediye ekiplerince toplanmakta. Binlerce ton çöpten bahsediyoruz! Paris Belediyesi ekibin %20’sinin grevde olduğunu açıkladı. Bir çok bölgede devasa çöp yığınları kötü kokmaya başladı bile! 

Grinin içindeki aydınlık ve kültür buzdağı

Peki bu kadar ‘gri’nin içinde hiç mi ışık yok? Olmaz mı? Tabii ki var.

Sosyal tansiyonun yüksek olduğu bu karmaşanın içinde geçen Cuma günü oldukça ciddi güvenlik önlemleri altında UEFA Euro 2016 Futbol Şampiyonası start verdi. Turnuvanın ana sponsorlarından Türk Hava Yolları’nın reklamları tüm billboard’ları süsledi hemen. Turnuvanın ilk maçında Fransa’nın Romanya’yı 2-1 yenmesi ülkede sevinçle karşılandı. Yakınımızdaki bir gözlük dükkanı ‘kupayı kazanırsak gözlüklerde %100 indirim, yarı finale çıkarsak %50 indirim’ ilanı astı vitrinine. Alışverişimi yaptığım pazarcı da dün ‘hele kupayı alalım, o gün tüm malları bedava dağıtacağım’ diyordu gülümseyerek kuyruktaki müşterilerine...

Fransızlarda hoşuma giden en önemli özelliklerden biri sahip oldukları ‘passion’ yani tutku. Bu halk lisanına tutkuyla bağlı. Kültür mirasları onlar için çok önemli. Gerek mimari, gerek sanat, gerek yemek kültürleri... Müzisyenlerini ölümlerinden yıllar geçse de vefayla anıyor, şarkılarını sürekli gündemde tutuyorlar. Eski Fransız filmlerini oynatan onlarca küçük, bağımsız sinema var Paris’te. Kuyruklar oluşuyor önlerinde, o filmleri tekrar tekrar izlemeye, yeni nesile izlettirmeye bayılıyorlar. Victor Hugo’dan Simone de Beauvoir’a edebiyatlarına/edebiyatçılarına değer veriyorlar, şairleri için festivaller düzenliyorlar.

Fransa’ya ilk geldiğimde bu kültür tutkusuna ilgi duymuş, özellikle halklar arası kültürel farklılıklar üzerine yazılmış onlarca kitap okumuştum. Amerikalılar bu büyüleyici konuya oldukça kafa yormuş, araştırmalar yapmışlardı. Polly Platt’dan ‘French or Foe’, Harriet Welty Rochefort’dan ‘French Toast’, Gilles Asselin&Ruth Mastron’dan ‘Au Contraire!: Figuring Out the French’ ilgimi çeken kitapların başında geliyordu.

Ruth Mastron’ı bizzat izlediğim bir konferansında ‘cultural iceberg’ metaforundan bahsediyordu. Suyun üstünde %10’u görülen kültür buzdağının %90’ı suyun altında gizliydi. Geçen haftalarda LinkedIn.com’da dolaşan yeni bir grafik de bu konuyu tekrar gündeme taşıyordu, üzerinde düşünmeye değerdi.

Kültürün görünen kısmı sanat, edebiyat, müzik, mimari, moda, mutfak gibi, yabancı bir ülkeyi ziyaret etmeyi farklı ve ilginç kılan bariz unsurları içerirken buzdağının görünmeyen kısmı, ancak belli bir süre yaşayıp çalıştıktan sonra farketmeye başladığınız, diğer derin unsurları içeriyordu. Herkes kendi tecrübesini yaşar tabii ki ama benim dikkatimi çekenlerin bazıları şöyle: Minicik apartmanlarda yaşamayı öğrenmek, herşeyi anlamaya çalışmaktan vazgeçmek (hatta maaş bordroları gibi Fransızların bile anlamadıkları şeyler olduğunu gormek), sürekli yapılan grevler/yürüyüşler/protestolar, zayıf müşteri hizmeti... Diğer yanda otobüse binerken şöföre günaydın/iyi günler demek, birbirini tanımayan insanların bile apartmanda, sokakta, selamlaşması, daha çok teşekkür etmek, daha açık görüşlü olmak, farklı kültür/dil/dinden insanların birlikte yaşam serüvenlerine tanık olmak, kadın hakları, ifade özgürlüğünün geldiği boyuta şaşırıp kalmak, tartışmalarda insanların birbirini dinlemesi, kimsenin cinsel eğilimine, aile yapısına, çocuk sahibi olma tercihine veya çocuk sayısına karışılmaması, gerçek demokrasinin toplumlar üzerindeki anlamını ve değerini kavrayabilmek...


Bir Fransız gibi düşünmeye, hadi  o kadar ileri gitmeyelim, farklı düşünce yapılarını anlamaya başladığınız an buzdağının görünmeyen kısmını çözdünüz ve kültür bariyerini aştınız demektir. Gerisi kolay!