20 Aralık 2013 Cuma

Yaşlı adam ağır ağır ayrılırken….



Aralık ayının gri havası, aşırı hava kirliliği, kısalan günleri ve dondurucu soğukları hepimizi yoruyor ve bezdiriyor. Fransa gündemi ise en az o kadar karanlık: Toplu ulaşımda, postalarda, okullarda grevler, çiftçilerin isyanı ve hükümeti protesto için yolları trafiğe kapatmaları, artan vergiler, işsizler ordusunun önlenemez yükselişi, değişmesi muhtemel bakanlar kurulu, %12’lere düşen oyuyla tarihin en az popüler cumhurbaşkanı ünvanını alan François Hollande’a ‘sen benim başkanım değilsin (pas mon president)’ pankartalarıyla ‘çek, git’ diyen onbinler, mart ayında yapılacak yerel seçimler için kızışan tartışmalar, Mali’den sonra bir de Orta Afrika Cumhuriyetine gönderilen askerler…

Ya ırkçı olaylara ne demeli? Geçen ay Adalet Bakanı Christiane Taubira’ya yapılan hakaret Fransa’nın bu konuda daha çok yol alması gerektiğinin göstergesi. Önce Ulusal Cephe’den bir adayın kendisini maymuna benzetmesi, ardından Angers şehrine yaptığı ziyarette homoseksüel evliliğe karşı yürüyen grubun içinde ‘Muz kimin içindir? Dişi şempanzeler için’, ‘Taubira çek git, kötü kokuyorsun, günlerin sayılı’ diye bağıran 12 yaşındaki çocuklar… Olay sonrası ‘Çocukları nefret sloganlar atmaya teşvik eden bu zihniyet çok tehlikeli’ diyen Sosyalist Parti Sekreteri Harlem Désir cezalandırılması gerekenler olduğunun altını çizer. Fransa tarihinde önemli yeri olan ‘Marche des Beurs’ün (ırkçılığa karşı eşitlik yürüyüşü) 30. yılında halen gidecek çok yolu olan bu ülkede yapılan protesto yürüyüşlerinde ‘Hepimiz aynıyız’, ‘Hepimiz göçmeniz’ pankartları açıldı.

2000 yılından bu yana OECD tarafından üç yılda bir gerçekleştirilen PISA(Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sonuçları da geçen hafta Fransızları üzen konuların arasında yerini aldı. Dünyadaki 65 ülkenin eğitim sistemlerini karşılaştıran, 15 yaşında 510.000 öğrencinin katıldığı çalışma okuma-anlama, matematik ve fen bilimleri alanlarında 2 saat süren bir sınav şeklinde gerçekleştiriliyor. Şanghay(Çin), Singapur ve Hong Kong başta olmak üzere Asya ülkeleri ilk sıraları paylaşırken 2003 yılında üst sıralarda ‘iyi öğrenci’ olan Fransa özellikle matematik alanındaki başarısızlıklarıyla son on yıl içinde 25. sıraya düştü! Eğitim Bakanlığının devletin en yüksek bütçeli bakanlığı olduğu düşünülürse bu başarısızlık Başbakan Ayrault’un dediği gibi tam bir ‘elektro şok’ etkisi yaptı. (not: Aynı çalışmada Türkiye genel ortalamada 45. sırada yer aldı)

2013 sona eriyor, çoğumuzun üzerine bir nostalji çökmeye başladı bile…. Hiç unutmam geçmiş yıllarda televizyon tek kanal iken yılbaşı geceleri geçmis yılı simgeleyen yaşlı adam ağır adımlarla ekrana ve evlerimize veda eder, genç delikanlı dinamik adımlarla merhaba derdi. O dönemin gençleri büyük bir heyecanla yeni yıldan çok şeyler bekler olurduk. Yıllar içinde o heyecanlar yerini daha sakin kutlamalara bıraktı, hem de daha az hayal kırıklıklarına! Yeni yıl kararları derseniz, günler öncesinden hazırlanan listeler ve çoğunlukla uygulanmayan kararlar, onlar da sanki sisli yıllar ardında kayboluverdi. Artık neler mi diliyorum?

Sağlıklı günler diliyorum…

Dünyanın bir çok şehrine, ülkesine dağılmış akrabalarımdan, arkadaşlarımdan iyi haberler
almayı diliyorum.

Dargınlıkların sona ermesini, insanların bağışlayıcı olmasını diliyorum.

Olumlu düşünmeye çalışmak istiyorum her ne kadar dünyamızda korkunç şeyler oluyorsa da

Küçük-büyük geleceğe umutla bakabileceğimiz hedeflerimizin olmasını diliyorum.

Düş kurmayı unutmayalım, içimizdeki çocuğu kaybetmeyelim diliyorum.

Hep üreterek meşgul olmayı, hayatı boşa geçirmemeyi, zamanın çok değerli olduğunu unutmamayı ve onu en iyi şekilde değerlendirebilmeyi diliyorum.

Heyecanların peşinde koşmayı, yaşama sevincini kaybetmemeyi diliyorum.

Sevdiğimizi söylemeyi, yardımlaşmayı unutmamayı diliyorum.

Açık yüreklilik ve içtenlikten vazgeçmemeyi diliyorum.

Yakınlaşan uzaklar, sıcak sohbetler, tatlı paylaşımlar, lezzetli-bereketli sofralar olsun diliyorum.

Yeni yıla hevesle, dostlukla, barışla, özgürlüklerimizden vazgeçmeyerek, daha iyi insan ve daha iyi bir dünya için çalışmak hedefi ile girelim istiyorum.

Invictus filmi sayesinde daha geniş kitlelere ulaşan William Ernest Henley’in şiiri ne güzel söyler: ‘I am the master of my fate, I am the captain of my soul’. Henley 25 yaşındayken geçirdiği ameliyat sonucunda bir bacağını kaybeder. Bu şiiri yaşadığı acıların ardından kaleme alır. Ne mutlu kaderinin efendisi, ruhunun kaptanı olarak yaşamını sürdürebilenlere… 


21 Kasım 2013 Perşembe

Kaynayan her tencerede geçmişi görürüm…



Sibel C. Pinto ve Claudia Roden


 Çok heyecanlıyım, kalbim kütür kütür atıyor. Az sonra ünlü yazar Claudia Roden’le tanışıp Şalom gazetesi adına kendisiyle röportaj yapacağım, nasıl heyecanlanmam ki?

Claudia Roden Yahudi Kültürü Günleri kapsamında Aki Estamos derneğinin davetlisi olarak Paris’te bir konferans verdi. Çogu yemek kitabıi yazarından çok farklı bir isim Claudia. Onun için araştırma demek seyahat demek, yereli yerinde görüp tanıyıp tespit etmek demek. Işini aceleye getirmeyi sevmiyor. Sadece Ispanya Mutfağı kitabını yazmak beş yılını almış! Konferansında Yahudi mutfağının tarihinden çok kendi ‘tarihi’nden bahsetti, onlarca güzel anektod anlattı.

Roden çok sıcak kanlı, samimi bir insan. Yüzünü aydınlatan gülüşü insanın içini ısıtıyor. Tanışıyoruz, anlatmaya başlıyor:

1936’da Kahire’de doğdum. 15 yaşında Paris’e taşındık, Sanat Okuluna gittim. Koleksiyon merakım oradan geliyor. Paris’in ardından Londra’ya taşındık ve halen Londra’da yaşıyorum.

Anneannem Istanbul’lu Eugenie Alfandari. O nedenle Istanbul benim için çok önemli. Biliyor musunuz benim için mutfakta kaynayan bir tencere sadece bir tencere yemek değil. Bir tencereye baktığımda geçmişi görürüm. Büyüklerimizi, tarihimizi, aile hikayelerini …Yahudi mutfağı ‘terroir’ı olmayan bir mutfaktır. Ruhtur, kimliktir, nostaljidir, tarihtir, göç eden kültürdür, binbir hikayedir... Mısır kökenli Halep’ten gelen Bayan Iris Galante’den öğrendiğim pastelikos beni farklı diyarlara, farklı zamanlara götürür.

Ilk olarak 1956 yılında reçeteler toplamaya başladım. Kiminle tanışırsam, hangi ortama girersem soruyordum, geleneksel tarifleri biriktiriyordum. Cuma akşamları evimizde hep misafir olurdu. Mısır’dan göç eden bir çok Yahudi Londra’da toplanmıştık. Yediğimiz en basit yemekte bile Kahire’nin sıcaklığı ve ihtişamı vardı. Bolca da özlem! O dönemlerde  tariflerin kitabı yoktu, hepimiz birbirimizden tarif alışverişi yapardık. Araştırmalarımı derinleştirmek istediğimde British Library’den yararlandım. Bağdat, Şam, Ispanya üçgeninde 13. yüzyıl elyazmalarını inceledim. Londra’daki Orta Doğu elçilikleri önünde vize kuyruğu bekleyenlere sorardım, deli diye bakarlardı bana… O dönemlerde tarif sormak moda değil ki, şimdi pazarcılara bile tarif soruluyor!

Orta Doğu Mutfağı üzerine yazdığım ilk kitabım ‘A Book of Middle Eastern Food’ çok uzun soluklu çalışma gerektirdi, yayınevim 15 yıl beklemek zorunda kaldı!  

Claudia’nın ‘The Book of Jewish Food: An Odyssey from Samarkand and Vilna to the Present Day’ kitabı tam bir kaynak kitap.

Yahudi toplulukları o kadar çok ülkede yaşamış ki hepsini derlemek oldukça zor oldu. Sonuçta da yine bana sitem edenler oldu, Afganlar ‘bizim yemeklerimizi kitaba almadınız’ dediler. Kitap öylesine kalın olmuştu ki yeni bir şeyler eklemek mümkün değildi. ‘Arabesque: A Taste of Morocco, Turkey, and Lebanon’ 2006 yılında, beş yılda tamamladığım Ispanya Yemekleri kitabım ‘The Food of Spain’ 2011’de yayımlandı. Ispanya’nin yöresel yemeklerini kaybetmediğini görmek çok heyecanlandırdı beni. Bu tariflerde hep ‘anılar’ var ve insanlar bunlara bağlı kalmak istiyorlar. Düşünün ki Katalan Gastronomi Enstitüsü bana tüm arşivini gönderdi, 900 tarif vardı ve bu Ispanya’nın sadece bir bölgesi!

Kendimi yalnız hissettiğim bir gün (üç çocuğum da aynı gün evden ayrılmışlardı, biri üniversiteye diğer ikisi staja gitmişti) ‘hadi sen de yola çıkıyorsun’ dedim. Ver elini Akdeniz! BBC için Akdeniz mutfakları üzerine bir seri,  Sunday Times dergisi için yöresel Italyan mutfağı çalışması yaptım. Gittiğim yerlerde masraflarımı ödüyorlardı, dönüşümde ‘sen ne kadar ucuzsun’ diyorlardı. Tabii ben beş yıldız otellerde kalmıyordum, aile yanında, pansiyonlarda kalıyordum. Sinagoglara gidiyordum. Italya’da bir çok reçetemi Ihtiyarlar Yurdunda yaptığım görüşmeler sonucunda derledim. Amacım halkın yemek alışkanlıklarını, geleneksel tadları keşfetmek ve okuyucuya/izleyiciye aktarmaktı. Güney Afrika’da Cape Town’da tanıştığım 90 yaşındaki Rodos’lu bir hanım yemekler hazırlamıştı, yemekten sonra Ispanyolca, Fransızca, Rumca şarkılar söylemeye başladı. Aşk şarkıları, ayrılık şarkıları, hepsi halen kulaklarımda çınlıyor. Çok özel bir andı!

Yıllar önce Istanbul’da davet edildiğim bir festivalde Sefarad yemeklerinden bahsetmiştim. Şimdi rahmetli olan Tuğrul Şavkay ‘biz bu yemekleri hiç tatmadık, bilmiyoruz’ dedi. Istanbul’daki Levi restoranı keşfetmek de çok etkilemişti beni; çufletikos, almodrote, rulos de berencena tatmıştım, hepsi çok lezzetliydi.

Madrid’de Hotel Wellington’da şef Jesus Santos’un degüstasyon menüsünü tadıyorduk. Şefin Yeni Bask Mutfağında Kastilya, Arap ve Yahudi esintileri hissediyordum. Yemek sonunda bizi selamlamaya geldiğinde converso(dönme) olduğunu ve tüm bu mutfakların kendi stilini etkilediğini anlattı.

Kitaplarımda Sefarad reçeteler daha yoğun. Bir ayrım yapmak amacında hiç olmadım ama Aşkenaz mutfağı daha ortak bir mutfak. Sefarad mutfağı ise ülkeye, şehre, kasabaya, aileye göre çok farklılık gösterir. Israilli bir eleştirmen kitabımla ilgili ‘Işte sonuçta Sefaradların öcü’ yorumunu yapmıştı!

Claudia Roden Paris’ten rüzgar gibi geldi geçti. Ardından paylaştığı özel anılar ve kendisine hayran bir dinleyici kitlesi bıraktı. Bir özel hanımefendiyle birlikte olmaktan büyük keyif aldım. Roden’e favori reçetelerinden birini sorduğumda ‘Portakalli Bademli Kek’ dedi ve tarifini verdi.



PORTAKALLI BADEMLI KEK

Kek için:
8 yumurta(sarısı beyazı ayrılmış)
200 gr şeker
2 portakal kabuğu rendesi
2 çay kaşığı tarçın
200 gr toz badem

Şurup için:
600 ml taze sıkılmış portakal suyu
200 gr şeker

Yumurta sarılarını şekerle güzelce karıştıralım, portakal kabuğu, tarçın ve bademleri ekleyelim. Yumurta beyazlarını katılaşıncaya dek çırpıp karışıma ekleyelim. 26 cm.lik kek kalıbını yağlayıp unlayalım, karışımı ekleyip 180°C’da ısıtılmış fırında 1 saat kadar pişirelim. Portakal suyunu şekerle kaynatalım. Kek ılınınca üstüne çatalla minik delikler açalım, derince bir tepsiye ters çevirip şurubu verelim. Bir gece kekin şurubu emmesini sağlayalım, ertesi gün servise sunalım.

19 Eylül 2013 Perşembe

Kültür mirasına sahip çık..!




Fransızlar unutmuyorlar. Tarih bilinçleri oldukça derin ve köklü. Her sokakta, her semtte, her binada kültür miraslarının izleri var, hem Paris’te hem tüm Fransa’da. O binada yaşayan bir yazarın, o kafede felsefe sohbetleri yapan bir filozofun, adı semtin parkına verilen bir ressamın, bir müzisyenin ayak izleri şehrin her köşesinde. Nazi işgali altında kamplara gönderilen çocukların anısına okul binalarına konulan plaketler dünün en canlı hatıraları.

Patrimoine Culturel (kültür mirası) Fransızlar için çok ama çok değerli. Halk tarihine sahip çıkıyor, yaşam ortamının kalitesine özen gösteriyor, detayların korunmasına katkıda bulunuyor. Şehrini, köyünü tutkuyla seviyor, gurur duyuyor.

Kanunlar da çok bağlayıcı. Öyle Seine nehri kıyısında sıra sıra kafeymiş, restoranmış, otoparkmış kondurmuyorlar. Şehrin binalarının dış cepheleri belli aralıklarla mutlaka boyanıp yenilenmek zorunda. Tarihi eserlere çivi çakmak bile izne tabi, öyle istediğiniz yere kat çıkamaz, balkonları kapatamazsınız. Evinize pancur ya da tente takacaksanız bile izin almanız ve sadece izin verilen tipte/renkte bir ekleme yapmanız mümkün. Paris’te korunması gereken bir mimari var, şehrin tarihi özellikleri var. Kurallar bir düzen, bir sistem oluşturmakta. Bununla beraber Paris yöneticileri şehrin asla bir müze şehir olmasından yana değiller, amaçları ve girişimleri Paris’in ruhunu korurken aynı zamanda günümüz gelişimine ayak uydurmasını da sağlamak. Bu kapsamda her eylül ayında ülke genelinde ‘Les Journées du Patrimoine’ (Kültür Mirası Günleri) adı altında coşkulu bir festival kutlanıyor. (Fransa’nın önderliğinda başlatılan Avrupa Miras Günlerinde 50 civarında ülkede, nadiren açılan binlerce tarihi ve kültürel alana ücretsiz girişten faydalanılabiliyor.)

Geçen haftasonu festivalin 30. yılında tüm Fransa mirasıyla tekrar buluştu. ‘1913-2013: 100 ans de protection’ temasıyla 1913 yılında kabul edilen Kültür Mirasını Koruma Yasasının da 100. yılı kutlandı. Iki gün boyunca bir alanın, parkın, binanın, eserin korunması, tarihi değerinin anlaşılması, gelecek nesillere aktarılması için verilen zorlu mücadeleyi anlatan turlar, sergiler, konferanslar düzenlendi. Sadece Paris’te 817 mekan ziyaretçilerine kapılarını ücretsiz açtı. Senato, Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı Konutu, Başbakanlık ve tüm Bakanlıklar, Paris Belediyesi, Konsolosluklar önünde saatlerce süren kuyruklar oluştu, çoluk-çocuk ailecek ziyaretçiler beklemekten sıkılmadı, gocunmadı. Sorbonne gibi önemli üniversitelerden tutun Lido gibi kabare dünyasının kulislerine, tarihi restoranlardan tiyatrolara yüzlerce mekan festivale coşkuyla katıldı. Çalışanıyla, derneğiyle, gönüllüsüyle, ziyaretçisiyle, turistiyle tüm katılımcılar bu 2 günlük festivalin başarısına keyifle katkıda bulundu.

Insanın sahip olduğu geçmişi ve tarihi ile gurur duyması kendine verdiği değerin de bir göstergesi... Fransa’nın en küçücük yerleşim biriminde bile her tür ekipmana sahip turizm ofisleri kurulması, yörelerinde ziyaret edilebilecek yerlerle ilgili broşürler bastırmaları, her köyün, kasabanın bayramı, fuarı, festivali olması, üreticilerin el üstünde tutulması, haftasonu pazar meydanlarında ürünlerini gururla sergilemeleri görülmeye değer. Çilek festivali, kiraz bayramı, hayvan yarışmaları, turnuvalar, bağ bozumu etkinliklerine tüm köy ve çevre yerleşimlerin katılması, haftasonları mutlaka visite guidée (rehber eşliğinde geziler) düzenlemeleri, turizm sektöründe bir çok bénévole (gönüllü) çalışması, sahip oldukları tarihe ve coğrafyaya ne kadar önem verdiklerini ve bölgelerini ziyarete gelenlerle paylaşmaktan ne büyük haz aldıklarının açıkça göstergesi.

Patrimoine sadece tarihi binalar değil. ‘Les Plus Beaux Villages de France’ (Fransa’nın En Güzel Kasabaları)’na ne dersiniz? Ilk gördüğümde çoğul kısmını atladığımdan ‘Fransa’nın en güzel kasabası’ diye heyecanlanmıştım. Acaba hangi kritere göre diye sorgulamaya başlıyordum ki gezimiz sırasında bir kaç kez daha rastlayınca tek olmadığını anladım. Collonges-la-Rouge kasabasının belediye başkanı Charles Ceyrac’ın girişimi ile 1962’de kurulan dernek kısa zamanda 157 kasabaya bu unvanı uygun görür. Bu listeye dahil olmak için 2.000 kişiyi aşmayan yerleşimlerin en az iki korunan ve ülke mirasına kayıtlı özel yere sahip olması gerekiyor. Bu bir kilise veya şato olabilir, özel bir manzara olabilir, gastronomi, şarap, konyak olabilir, bir kelebek bahçesi, bir tirbüşon müzesi gibi orijinallikler de olabilir. Kriterler çerçevesinde komite değerlendirmeleri sonucunda ulaşılan bu unvan, kasabalara mirasını koruma, değerini tanıtma ve turizmde artı bir değer katma imkanı veriyor.

Villes et Villages Fleuries’ (Çiçeklendirilmiş Şehir ve Kasabalar)da 1959’da Turizm ve Ziraat Bakanlıklarının başlattığı ‘Fransa’yı Çiçeklendirme’ çalışmaları kapsamında halkla elele çalışılmış. Her iki yılda bir yapılan bu yarışmada başvurular nüfusu 500 kişi üstünde olan kasaba/şehirler arasında yapılır. En yüksek değerin 4 çiçek kazanmak olduğu yarışmada 222 şehir/kasaba bu başarıyı elde etmiş. Değerlendirme kriterleri şehrin ağaç ve çiçeklendirilmesinin yanısıra temizliği, binaların bakımı, çevreye saygı, ekolojik denge, belediyesinin çabaları ve halkın katılımını göz önüne alır. Fransızlar evlerinin bahçelerini, balkonlarını, pencere kenarlarını süsleme konusunda birbiriyle yarışmakta ve muhteşem güzel görüntüler oluşmakta. Girişte bir tabelayla ödüllendirilen kasaba, bölgenin yaşam kalitesini ve popülaritesini de arttıran bir unvana sahip olmakta.

Yıllar önce yolum Kayseri’ye düştüğünde mantı yemek istediğimde ‘restoranlarda mantı pek bulamazsınız, ancak evlerde yapılıyor, ama güzel kebabçılarımız var’ yanıtını aldığımda yaşadığım hayal kırıklığının ardından arabasına bindiğim taksi şöförüne ‘Erciyes’e gitmeden bir kaç saatim var, şehrinizin görülecek yerlerini gezdirebilir misiniz’ dediğimde halen kulaklarımda çınlayan ‘abla, bu şehirde ne var ki, sen kafa mı buluyorsun benimle?’ sözleri eklenince başka ne söylesem? Belki ben doğru insanlara rastlamadım diye avutmaya çalışmıştım kendimi…. Bugün sahip olup yararlandığımız geçmişten bize aktarılan, bizim de gelecek nesillere aktarmamız gereken tarihi, kültürel, mimari, artistik, gastronomik (örnekler çoğaltılabilir) mirasın gerçek değerini ve önemini bilememek ne büyük bir kayıptır ve de ayıptır oysa...


22 Ağustos 2013 Perşembe

UĞUR’A SON MEKTUP



Beş temmuz sabahı... Eşim elinde gazete ile içeri giriyor. Yüzü durgun, hüzünlü…  ‘Çok üzüleceğin bir haber vereceğim’ diyor. Cumhuriyet gazetesindeki haberi gösteriyor: “Gazeteci Uğur Hüküm’ü kaybettik.” Içim titriyor, sımsıcacık bir yaz gününde üşüyorum, hem de çok… Elimde gazete donup kalıyorum, inanamıyorum. Ölüm bu kadar mı zamansız gelebilir? En üretken, en olgun olduğu dönemde mi kopartır alır yanımızdan? Bir insana bu kadar mı yakışmaz? Ölüm hayatın gerçeği, acı gerçeği…

Anılar süzülüyor gözümün önünden… Yıllar öncesinde bir akşam telefonuma bırakılan mesaj yankılanıyor kulaklarımda: ‘Ben Uğur Hüküm, Radio France International’in Türkçe Bölümü başkanı ve Cumhuriyet gazetesi yazarı. Paris’teki Osmanlı-Türk mutfağıyla ilgili çalışmalarınızı büyük bir heyecanla takip ediyorum. Eğer kabul ederseniz radyomuzda sizinle bir röportaj yapıp daha geniş kitlelere tanıtmak istiyoruz’ Bir an birisi şaka yapıyor herhalde diyorum, üstelik o güne dek hiç röportaj teklifi almamışım, inanamıyorum. Telefona geri dönüş yapıyorum, randevulaşıyouz. Uğur Bey’le tanışmamız işte böyle başlıyor. Radyodaki bürosuna gittiğimde kitap, dergi, CD arşivinin arasında kayboluşundan etkileniyorum, o da kendisi için hazırladığım patlıcanlı böreklerimden… Önbilgi alacağım, ayarlayacağız, planlayacağız diye düşünürken ‘hemen kayıt odasına geçeceğiz, ben soracağım, siz yanıtlayacaksınız’ diyor. Oldukça heyecanlıyım ama güler yüzü ve samimiyetiyle beni rahatlatıyor. Gerçekten çok hoş bir söyleşi çıkıyor ortaya… O günden sonra her pazar sabahı programının tiryakisi oluyorum- haberler, söyleşiler, müzik, kitap…

Sonraki yıllarda bir çok sosyal/kültürel aktivitede karşılaşıyoruz. Kah Orhan Pamuk söyleşisi, kah Fransa’da Türkiye sezonu etkinlikleri…Ilk kitabımın basımı için araştırma yaparken yine ofisine düşüyor yolum. Önerileri, yol göstericiliği asla unutmayacağım değerde benim için… Ne zaman karşılaşsak, ne zaman arasam, ne zaman mesaj atsam hep çok kibar, çok centilmen, çok içten. Kimi insanlar vardır ya yüzlerinde güller açan, gözlerinin içi gülen…Yanında olduğunuzda size güven veren, kendinizi değerli hissettiren… Ilk karşılaştığınız andan itibaren kimyanızın tuttuğu, yıldızlarınızın barıştığı, sık görüşmeseniz de hep varlığını yakınınızda hissettiğiniz insanlar…benim için öylesi özel bir insan Uğur Hüküm.

1949 yılında İstanbul'da doğan ve 1973 yılından beri Fransa’da yaşayan Hüküm 12 Eylül darbesinden sonra yurt dışında kurulan Demokrasi İçin Birlik Avrupa Komitesi'nde yer aldı. Tek Cephe ve Info-Türk'e yazılarıyla katkıda bulundu. O dönemde sinema çalışmalarını yurt dışında sürdüren Yılmaz Güney'in asistanlığını yaptı. Paris’te yaşayan göçmen kökenlilere kendi dillerinde yayın yapan Radio Soleil’i kurdu önce, haftada 2 saat Türkçe yayın yapan radyo için çok sayıda program hazırladı. Ardından Fransız devlet radyosunun yabancı dillerde yayın yapan bölümü Radio France Internationale'in (RFI) Türkçe yayınları sorumluluğunu üstlendi. Bu görevi çok sevdiği Güzin Dino’dan devraldı ve 1993-2011 yılları arasında 18 yıl boyunca Pazar sabahları yayın yaptı. Radyo tüm hayatıydı sanki, öylesine tutkuyla sarıldığı işi... 1995 yılından itibaren de Cumhuriyet gazetesi Paris temsilcisi ve yazarı olarak çalıştı. Sosyolog, araştırmacı, gazeteci ve eleştirmen olarak Altyazı, Nokta, Notos, Oluşum, Radikal, Tiyatro Dergisi, Türk Sineması, Yeni İnsan-Yeni Sinema gibi yerli ve Geo, Homme et Migrations gibi yabancı yayın organlarında yazı ve makaleleri yayımlandı. Son dönemde Sol Gazete'sinde Paris'ten Notlar’ köşesini yazdı. Akademik araştırma ve çalışmalarının yanısıra eşi Defne Gürsoy'la birlikte "Istanbul: Bir Sivil Toplumun Doğuşu" (Istanbul: émergence d'une société civile) ve Defne Gürsoy&Gaye Petek ile - "Fransa'da Türkler" (Turcs en France) adlı kitapları yazdı.

Aynı zamanda müzik ve sinema insanıydı Uğur Hüküm. Jazz dergisine düzenli olarak "Paris Mektupları" yazdı. Cannes Film Festivali'ne katılarak eleştirmenlik yaptı. Barselona, Vesoul, La Rochelle, Taormina, Yeni Delhi uluslararası sinema festivallerine jüri üyesi/ davetli gazeteci olarak katıldı. 

Türk basınının yurtdışı temsilcilerinin önemli isimlerinden biriydi. Kaleminin ustalığı tartışılmazdı. Iyi bir gazeteci, ilkeli bir insan, büyük bir entellektüeldi. Çalışkan, özverili, insan canlısı, alçak gönüllü, samimi ve yardımseverdi. Cesurdu, mücadeleciydi, haksızlığa ve sömürüye karşı dururdu. Dosttu, dayanışmaya önem verirdi. Muhabbetine doyum olmazdı. Anlattikça coşar, tutkuyla paylaşırdı. Politika, sivil toplum, kitap, film, caz…ne kadar çok yönlü bir insan olduğunu ve hep inandıklarını yaptığının göstergeleri zaten..
.
Sevgili Uğur, ‘siz’i, biz’i, bey’i, hanım’ı bir kenara bırakalım’ demiştin defalarca. Ama büyüğümüze hitapta alışkanlık diyelim, denediysem de hep ‘bey’e geri dönüş yapıyordum. Bu son veda mektubumda ‘sizi’ kaldırıyorum artık. Aramızdan çok zamansız, çok ani, çok erken, çok genç yaşta ayrıldın. Günümüzde nesli tükenmeye yüz tutan, yeri doldurulmayacak özel insanlardan, kıymetlerden biriydin. Derler ya her insanın hayatınıza girmesinin bir nedeni vardır diye... Hayatıma girdiğin için, değerli bir arkadaş, sevgili bir ağabey olduğun için, gönlümde bu kadar güzel bir tad bıraktığın için çok teşekkürler…Seni çok özleyeceğim. Ama biliyorum ki hatıran, başta eşin sevgili Defne ve çocukların olmak üzere tüm sevdiklerin ve sevenlerinle birlikte hep yaşamaya devam edecek.

Gittiğin yerde ışıklar içinde yat, pırıl pırıl yıldızlar nöbet tutsun hep üzerinde, güzel insan Uğur’lar olsun sana…


Yazi 21.08.2013 tarihli Salom gazetesinde yayimlanmistir.  
http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=88094#.UhXR9n-OIrg