7 Nisan 2008 Pazartesi

Paris’te Ilkbahar

Ilkbahar deyip bloga karlar altında bir fotoğraf koymanın anlamı ne diyebilirsiniz ama biz Paris’te 7 nisan pazartesi yani bu sabah bu manzaraya uyandık. Hiç şikayetçi değilim çünkü bu kış gördüğüm ilk kar ve evimin çevresi bembeyaz bu örtü sayesinde muhteşem görünüyor. Makinemi kapıp sokağa attım kendimi... hem yürüyüşümü yaptım hem de tertemiz hava eşliğinde hızımı alamayıp kareler dolusu fotoğrafla geri döndüm.

Aslında dün akşam Paris’ten dönerken kar fırtınası başlamıştı bile... Oysa gün boyunca klasik Paris (ilk değil de son)bahar havası hakimdi, yani gri bulutlar, ahmak ıslatan bir yağmur, yeni tomurcuklanmaya çalışan ağaçlar ama epey soğuk bir hava... uzun zamandır yapmaya fırsat bulamadığımız bir pazar günü yaşadık çünkü «turistcilik» oynadık! Paris’te turist olmak muhteşem bir duygu, yorucu olmasına rağmen elinizde kitap ve harita bilmediğiniz yerler keşfetmek ne de heyecanlı. Rehberlerde rastlayamazsınız ama Paris her sokağında, her köşe başında, her parkında, her açık hava pazarında bir sürpriz saklar size... ama yorgunluk nedir bilmeden dolaşmak ve bakmasını bilmek gerekir. Önce «petit dej» için bir Paris café’sinin ısıtılmış terasına demir attık, (café)creme ve croissant ikilisiyle güne merhaba dedik. Daha sonra iki farklı müze gezdik, hem de ayın ilk pazarı olması nedeni ile giriş ücreti ödemeden. Her ayın ilk pazar günü Fransa’da bedava gezilecek müzeler listesi için: http://www.muskadia.com/musees_du_monde/mus_grat.asp

Ilki küçük ama kişiyi yormayan, her tabloya yeterince vakit ayırıp hakkını verebileceğiniz çok hoş bir müze: Musée National Eugène Delacroix-süper fotoğraflık Rue de Furstemberg’de.. Burayı her zaman sevgiyle andığım ressam arkadaşım Gülay sayesinde Paris’e geldiğim ilk günlerde öğrenmiştim, o minnacık meydanı süper güzel tuvaline aktarmıştı. Pazar günü daha da güzeli meydanın tam girişinde arabaya park yeri bulma mucizesiydi. Mucizelere inanir mısınız bilmem, ben kesinlikle inanırım, hayatımda çok sefer de yaşamışımdır. Senato, Assemblée Nationale, Musée de Louvre, Comédie Française’in dekorasyonlarında emeği geçen Delacroix hastalığı nedeni ile St Sulpice kilisesinde çalışmalarını kolaylaştırır diye 1857’de yakında olan bu eve taşınmış, son yıllarını burada geçirmiş. Eserlerinin bir kısmı, hele evinin dışındaki atölyesi ve muhteşem arka bahçesi görülmeye değer...

Ikinci durak öğleden sonra Musée de L’Orangerie’ydi. Jardin des Tuileries içindeki L’Orangerie altı yıllık bir restorasyon döneminden sonra 2006’da tekrar halka açılır. Içinde Jean Walter ve Paul Guillaume Koleksiyonu mevcut- Bu kadar güzel Renoir’ları birarada görmek ne büyük nimet! Cezanne, Derain, Matisse, Modigliani, Picasso’nun yanısıra müzenin ağır topları Monet’in müzeye bağışladığı Nymphéas(Nilüferler) serisinden sekiz büyük tablosu iki ayrı salonda sergileniyor. 55 ila 85 yaşları arasında kırkı büyük boy pano olmak üzere üçyüzden fazla nilüfer tablosu yapan Monet’nin tablolarının boyutu ve gün doğuşu, gün batımı, bulutlar arasında, yansımalar gibi günün değişen ışıkları karşısında değişen renkleri tuvale aktarmasındaki ustalığı inanılmaz etkileyici… Benim gibi Monet hayranıysanız Paris’te L’Orangerie’nin yanısıra Musée Marmottan’ı mutlaka ziyaret edin, hele şimdi ki bahara adım atıyoruz, hala yapmadıysanız Normandie’deki Giverny kasabasındaki Claude Monet evini ve muhteşem bahçesini bir hafta sonu kaçamağı ile gezmeyi ilklerinize alın.

Turist denince Angelina’ya uğramadan olmaz. 1903 yılından bu yana Rue de Rivoli’de tarihi mekanlar arasında yer alan bu ünlü “salon de thé” tam Hotel Maurice’in yanıbaşında. Yerini bilmeseniz de hiç önemli değil, yaz-kış her daim önündeki uzun kuyruktan kaçırmak mümkün değil. Proust, Chanel, George V’in müdavimi olduğu freskli, aynalı, mermer masalı bu tipik “Parisian institution”ın mükemmel sıcak çikolatası ve beze-kestane püreli meşhur Mont Blanc (ve de şimdilerde Japon esintili Siori) pastası sıra beklemeye değer. Ayrı bir kapta kremayla servis edilen “chocolat chaud” donmuş ellerimizi ve yüreğimizi ısıttı, cennette miyiz acaba dedirtti, pek tabii ki beklediğimize değdi.

Bu turistik pazar günü ertesi eve kar fırtınasında ulaşmaya çalışırken bir gece önce L’Europeen’de izlediğimiz kendi söz ve müziği, güçlü sesi, sahne performansı, insan sevgisi ile beni derinden etkileyen Serge Utgé-Royo’nun şarkısı kulaklarımda çınlıyordu:
La vie s'écoule, la vie s'enfuit...(hayat akıp gidiyor, hayat kaçıveriyor)

Ya da şöyle mi desek??

Les années passent, le temps s’écoule…chaque jour, une nouvelle page qui se tourne...(yıllar geçiyor, zaman akıp gidiyor, her gün yeni bir sayfa açılıyor)