21 Şubat 2017 Salı

Sevgide buluşmak


14.02.2017
Sevgi iyiliktir, dostluktur, emektir, şefkattir
Gülümsemektir, gülümsetmektir
Yaratmaktır, paylaşmaktır, değer vermektir
Sevgi umuttur, nefestir, güçtür
Mucizedir, mucizelere inanmaktır
Hayattır, hayatı sevmektir
Sevgi aydınlıktır, karanlığa ışık olmaktır
Birliktir, beraberliktir, kardeşliktir,
Elele yürümektir
Sevgi birilerinin yüreğine değmektir
Dert dinlemek, derman olmaya çalışmaktır
Sevgi hem iyi gün hem kötü gün dostu olmaktır
Kutlamadır, sürprizdir, paylaşmadır
Bir mısra, bir nota, hüzünlü bir şarkı, anlamlı bir şiirdir
Koklanan bir gül goncası, bekleyen bir gönül
Hasret duyulan bir manzaradır
*
Sevgi kucaklaşmak, omuz omuza mücadele etmek, korumak, kollamaktır
Sevgi uçsuztur, bucaksızdır, sınırsız ufuklara yolculuktur
Yeni basılan bir hikaye, yeni bir deneyim, yeni bir lezzettir
Özlemdir
Dostluktur
Aşktır
Sevgi acıyı paylaşmak, keyfi arttırmaktır
Bir ananın yavrusuna doya doya sarılmasıdır
Sevgi anlayıştır, sabırdır
Uykularını feda etmektir,
Kaybetmekten korkmaktır
Tutkudur, cesarettir, risk almaktır
Sevgi yaşamaktır, yaşatmaktır, ömür boyu saklamaktır
Utanmamak, unutmamak, her zaman var etmektir
Sevgi değer vermektir
*
Sevgi yakada bir çiçek
Bir Kumkapı meyhanesinde içilen bir kadeh rakı
Kavuşmayı bekleyen iki çift göz
Doyumsuz bir sohbettir
Sevgi özveridir
Gözyaşıdır
Kahkahadır
Tatlı dildir
Sevgi beklentisizdir
Yalansız yaşamak, katıla katıla gülmek, hıçkıra hıçkıra ağlamaktır
Sevgi bakmaktır, dokunmaktır, sarılmaktır, bağlanmaktır
Tatlı bir busedir
Kırgınlıkları unutmak, yeniden başlamayı bilmektir
Sevgi pişman olmamaktır
Sevgi affetmektir
Sevgi paslanmaz, eskimez, vazgeçmez
Yakınlıktır, bağlılıktır
Sevgi heyecandır
Kavuşmaktır
Yalansızdır, içtendir
Herşeyi göze almaktır
Sevgi gönüle ulaşmaktır
Içsel bir yolculuktur
*
Sevgi seher vakti bir güzele vurulmaktır
Yürekten gelen barış şarkılarıdır
Kalbe dokunan bir söz
Özgürlüğe atılan adım
Hayata merhaba diyen bir bebektir
Sevgi pırıl pırıl düşen yağmur damlası, lapa lapa yağan kar, hafif hafif esen meltem, için için ısıtan güneş ışığıdır
Kış ortasında açıveren bir kardelen, beklenmedik bir anda çalan kapıdır
Sevgi şakalaşmaktır, takılmaktır, hayatla gırgır geçmektir, biraz deli olmaktır
Sevgi kendini fazla ciddiye almamak, ama dünyayı umursamaktır
Uzun zamandır aramadığına telefon açmak, hatır sormaktır
Sevgi paylaşılan bir tas sıcacık çorba, bir somun ekmektir
Sevgi sonsuzdur, insanlıktır
Sevgi yaşamın rengidir
Sevgi sorunlar karşısında elimizdeki tek çözüm şansıdır

BUGÜN VE HER GÜN SEVGIDE BULUŞALIM...

Hanuka, Noel, Yilbasi


21.12.2016

Aralık ayının gelişiyle içimi bir hüzün kaplıyor. Oldukça soğuk, karanlık havaların hüküm sürdüğü Paris’te günler iyice kısaldı, sabahın 8:30’unda bile gün ışığı kendini göstermiyor. Bu karanlık iklimin yanısıra ekonomik sıkıntılar, sokaklarda yaşayan evsiz insanlar, yüreğimizi parçalayan savaş haberleri, yıkılan şehirler, evlerinden/yurtlarından kopmak zorunda kalan mülteciler, insanca ve özgür bir yaşam için mücadele edenler, ülkemizde yaşanan terör olayları, gelen şehit haberleri, ağlayan analar, öksüz/yetim kalan çocuklar... Bu zor zamanlarda an geliyor insanın umutları tükeniyor. Fakat yılın son Paris Esintisi’ni aydınlık bir notla sonlandırmak istiyorum: Inadına yaşam, inadına sevgi, inadına insanlık, inadına kardeşlik demek ve John Lennon’ın o unutulmaz parçasındaki IMAGINE’e inanmak gerek.

You may say I’m a dreamer
But I’m not the only one
Imagine all the people living life in peace
Imagine all the people sharing all the world…

Hayalperest olduğumu söyleyebilirsin
Ama sadece ben değilim
Hayal et bütün insanların barış içinde yaşadığını
Hayal et tüm insanların tüm dünyayı paylaştığını…
Aralık ayı özel bir ay, takvimlerde son ay, beraberinde hem Hanuka hem Noel hem de yılbaşını getiriyor. Giden yıla acısıyla tatlısıyla veda ediyor, umutlarımızı bir yeni gelecek yıla bağlamayı, mucizelerin varlığına inanmayı umit etmek istiyoruz. Mucizelerin en güzellerinden biri de Hanuka Işıklar Bayramı.

Kızartma geleneği
Hanuka demek yağ demek. Kudüs’teki Kutsal Tapınak’ın içindeki menorada 8 gün boyunca yanmayı sürdüren o bir kaç damla yağın hikayesi Hanuka. Bu mucize yağ, savaş dönemlerinde, yeni bir hayat ve umut ışığı demek.
Hanuka gelenekleri bu bayram boyunca kızarmış yiyecekleri sofralarımıza taşır. Mısır’da zalabia ya da loqmat El Qadi, Irak ve Suriye’de zengoula, Türkiye’de bimuelos, Yunanistan’da lokmades, Kuzey Afrika’da arapça sünger kelimesinden sfenj, Israil’de içi reçelle doldurulmuş sufganiyot… Coğrafyaya göre adlar değişse de benzer tatlar bu bayrama imzasını atar. Her ne kadar geçen hafta Israil Sağlık Bakanı ‘sağlığa yararlı olmayan bu tatlılardan çocuklarımızın fazla yemesine engel olalım’ diye sufganiyotlara savaş açtıysa da biz abartıya kaçmadan bayram keyiflerinden yanayız!
Yemek yazarı Joan Nathan’a göre dünyanın en büyük üçüncü Yahudi nüfusuna sahip olan Fransa’da bu bayram yemekten çok çocuklarla özdeş bir bayram olarak kutlanıyor- amaçlanan biraraya gelerek, oyunlar oynayarak keyifli vakit geçirmek. Hazırlanan yemeğin baştacı Kuzey Afrika kökenli Yahudilerde kuskus, Fas usülü zerdeçallı kuzu tagine yanına üzümlü pilav, Aşkenaz Yahudilerde patates latkes’leri ya da güncel yorumlarından pırasalı, balkabaklı veya farklı kök bitkilerle yapılan alternatifleri, peynirden kaz ciğerine, nutelladan pastane kremasına her tür yaratıcı fikir... Hindistan mutfağıyla ilgili geniş araştırmalar yapan yazar ve şef Gill Marks Hint Yahudilerinin bu dönemde curry yemekleri, lokma benzeri gulap jamun, ve pirinç, hindistancevizi ve meyvelerden oluşan Afgan kökenli malida denilen tatlılardan yediklerinin altını çiziyor.
Gıda atıklarını mutfaklarımızda daha iyi değerlendirme kapsamında bir Hanuka tarifi de biz verelim bu yılın son yazısında. Artan patates veya pürenizle yapabileceğiniz bu kolay ve lezzetli tarifi mango chutney ile sunmak da misafirlerinizi etkilemek için nefis bir seçenek.

Action Kashkarikas
Şalom sayfalarını dikkatli takip eden okuyucularımız hatırlayacaktır, 2017 sosyal sorumluluk projemiz Action Kashkarikas’ın lansmanı ve hedefine ulaşması için var gücümüzle çalışacağımız bır yıl olacak. Bir milyar insanın her gece yatağa aç girdiği dünyamızda, üretilen gıdanın 1/3’ü çöpe gidiyorsa yapılacak çok şey var demektir! Siz de konuya duyarlıysanız düzenleyeceğimiz atölyelere, yemeklere katılın. Katılamıyorsanız bizler kadar şanslı olmayanlara direk bağışta bulunun. Bağışın küçüğü, büyüğü yok, her rakam direk açlıkla mücadele eden çocuklara yardım olarak aktarılıyor.
Tüm okurlarımıza sağlık, huzur, barış, kardeşlik, neşe dolu günlerimizin çoğunlukta olacağı, aşırı yüklü yaşantılarımızda her an aksiyon yerine, biraz yavaşlamayı öğrenerek anın değerini kavrayabileceğimiz ve doğanın bize verdiklerine şükranlarımızı sunabileceğimiz bir yıl diliyorum. Yazılacaklar hiç tükenmesin ki 2017’de de çiziktirmeye devam!



Patates köftesi: (15 adet)

·                     500 gr patates
·                     1 küçük kırmızı soğan-incecik doğranmış
·                     1 diş sarmısak
·                     75 gr süzme yogurt
·                     50 gr nohut unu
·                     1 çay kaşığı kimyon
·                     1 çay kaşığı rendelenmiş taze zencefil
·                     1 çay kaşığı çörekotu
·                     1/2 çay kaşığı zerdeçal
·                     120 gr taze peynir (arzuya göre beyaz, keçi, sarı peynir)- küçük küp kesilmiş
·                     Tuz
·                     Taze çekilmiş karabiber
·                     Kızartma yağı
Patatesi soyun, küp şeklinde kesin, buharda haşlayın, ezin, soğutun. (varsa kalan patates veye pürenizi bu tarifle değerlendirebilirsiniz) Soğan, sarmısak, un, yogurt ve baharatları karıştırın, patatesleri ekleyin. En son peyniri ekleyip karıştırın. 15 tane köfte oluşturun. Kızartın, süzün, chutney ile servis edin.

Mango Chutney 

·                     250-300 gr olgun mango püresi
·                     1/2 kuru soğan-incecik doğranmış
·                     Zencefil, incecik kesilmiş veya rendelenmiş
·                     1 çubuk tarçın
·                     2-3 karanfil
·                     3-4 kaşık şeker
·                     Bir kaç lif safran
·                     1/2 çay kaşığı acı toz kırmızı biber
·                     1/2 çay kaşığı tuz
·                     2-3 damla sıvı yağ
Yağı yapışmaz tavada ısıtın, soğanları soteleyin. Mango püresini ve diğer malzemeyi ekleyin. 1 bardak suyu da ekleyip orta ısıda pişirin. Dikkatle izleyin, ara ara karıştırarak yapışmasını engelleyin. Zevkinize göre biber, şeker, tuz ayarını yapabilirsiniz. Fazla pişirmeyin, soğudukça katılaşacaktır. Steril cam kavanoza aktarın. Tamamen soğuduktan sonra kapatıp buzdolabında muhafaza edin. 
Şefin önerisi: Bu sos tavuğu marine etmekte de çok güzel sonuç veriyor.

21 Kasım 2016 Pazartesi

Trikoların Kraliçesi


25 mayıs 1930’da burjuva ve entellektüel bir ailede 5 kızkardeşin en büyüğü olarak doğdu. Babası Romanya, annesi Polonya Yahudisiydi. Savaş kendi deyimiyle ‘çocukluk yıllarını çaldı’, derin travmalar bıraktı. 1954 yılında Sam ile evlendi. Sinagog düğününde erkekler fraklı, kadınlar uzun elbiseli, kendisi geleneksel bir gelinlik içindeydi, herşey Aşkenaz geleneklerine göre gerçekleşti. Oysa o gün çok hastaydı, sanki içinden bir ses yapmamasını söylemekteydi. Fondaki dua ‘bu yüzükle bana sadık kalacaksın’ derken sanki vücudu evlenmeyi reddetmekteydi. Hayatını tek bir adama, bir aileye bağlaması, cuma akşamlarını kutsayacak dindar bir ev hanımı olması mümkün değildi. Sanata, hayata, ideale adayacaktı hayatını.

Sam’den iki çocuğu oldu. 1955’de, onun ayak izlerini takip edecek kızı Nathalie, 1961’de kör doğan ve ünlü bir müzisyen olan oğlu Jean-Philippe. Hamileliğinde mağaza vitrinlerinde istediği gibi rahat kıyafetler bulamadı. Hayallerini tasarlamaya karar verdi. Jarseden hazırladığı hamile elbisesi ve vücuda oturan ince örgü çizgili kazak, eşinin Laura adlı prêt-a-porter mağazasında ‘best-seller’ oldu. 1963’de dönemin ünlü şarkıcısı Françoise Hardy bu çizgili kazakla Elle dergisinde kapak olunca sükse kaçınılmazdı. Audrey Hepburn aynı kazağın 14 rengini satın aldı! Artık Sonia kendi kanatlarıyla uçacaktı.

Eşinden ayrıldı, 1966’da kendi şirketini kurdu, 1968’de Paris’teki ilk mağazasını açtı. 1972’de Amerikan moda dergisi Women's Wear Daily tarafından ‘trikonun kraliçe’si ilan edildi. Sonia’ya göre giysiler kadına adapte olmalıydı, tersi değil! ‘La démode’ konseptini yarattı. Kadınlar modanın diktasına boyun eğmemeli, kendi zevk ve vücutlarına uygun giyinmeliydiler. Giysileri hem rahat hem özenliydi, malzemeler yumuşak, dökümlüydü. Anglo-saxonların ‘poor boy sweater’ (fakir çocuğun kazağı) adını verdikleri kazakları sembol giysisi oldu. Dikişler görünür oldu, astarlar kalktı, kadifeden ilk sofistike eşofmanı yarattı. Kadının vücuduyla ‘evlenen’ örgüler devrim yarattı, çizgiler, straslar, danteller, mesaj içeren baskılar, grafik motifler ilkleriydi. Aslında imza attığı kadının bağımsızlığı ve kendine güveninin yanısıra feminen ve sensüel kalabilmesiydi.

1987’de erkek ve çocuk, ardından parfüm, aksesuar ve ayakkabı koleksiyonları geldi. Otobiyografiden denemeye çocuk masalından romana kitaplar yazdı, tiyatro oyunları hazırladı, müzikaller için kostümler çizdi, Hôtel Crillon ve Lutétia gibi dünyaca tanınan mekanların dekoratörlüğünü yaptı.
Sonia için Yahudiliği öncelikle bir aile geleneğiydi, bir folklördü, çocukluk anıları, geleneksel yemekler hazırlayan göçmen büyükanneleriydi. Kendisini ‘baştan ayağa Slav’ diye değerlendirirdi. Anne-babası dindar değildi ama ‘Yahudilik ruhu’na sahiptiler, Fransız toplumuna entegre olmuş cumhuriyetçi bir Yahudilikti bu. Daha sonraki yıllarda Israil’de yaşayan kız kardeşi Muriel ve eşi Philippe sayesinde Yahudiliğe yakınlaşmıştı. Philippe’in annesiyle arkadaş olmuş ve onun çocuklar için açtığı Yad Rachem çalışma evini desteklemişti. Tel Aviv yakınlarında Rykiel adlı bir kreş açmıştı. Sonia için Israil önemliydi, ‘tabii ki ülkenin tarihi beni derinden etkiliyor’ derdi. Önce model, sonra stilist, daha sonra da şirketin yönetimini devralan kızı Nathalie ile Israil’de bir şeyler yaratmak fikrini çok seviyordu, ihtiyacı olanlarla ilgilenmek, onlara yardımcı olmak…. Kendileri için çok önemli olan Fransız kimliklerinin yanısıra Nathalie’nin dediği gibi ‘Yahudilik bir parçamız, özümüz, içgüdüsel yanımız’…

2008 yılı Sonia için çok önemli bir yıldı. Légion d’honneur madalyası ile ödüllendirildi. Modaevinin kuruluşunun 40. yılında Saint Cloud Parkında düzenlenen kutlama defilesinin kapanış show’u uluslararası üne sahip 30 büyük modacının Rykiel vizyonuyla gerçekleştirildi. Yine o yıl  Musée des Arts Décoratifs de Paris’de açılan özel bir sergiyle onurlandırıldı. O tarihlerde verdiği röportajda yaptıklarından gurur duyduğunu, aile şirketinde kızkardeşi ve kızıyla çalışmaktan mutlu olduğunu belirtti. Yahudiliğini soran gazeteciye ‘bana soru sorulduğunda konuşurum, dindar değilim, dinimi ön plana çıkartmak gibi bir derdim yok. Hatta çocukken okulda iyi not almak için kiliseye gidip mum yakardım’ der. Işlerini kızına devretmişti, ama çizmeye devam ediyordu. Gelecek için hedefleri sorulduğunda 80 yaşında  ‘gelişmeye devam etmek, öğrenmek, yaratmak, yazmak istiyorum’ demişti.

2012 yılında gazeteci Judith Perrignon ile yazdığı ‘N'oubliez pas que je joue’ kitabında 15 yıldır Parkinson hastası olduğunu ilk kez kamuoyuna açıkladı. Bu hastalık annesini yokeden  hastalıktı, asla vazgeçmemeye yeminliydi.

Sonia Rykiel, doğuşu Sonia Flis, 25 ağustos 2016 tarihinde Paris’te 86 yaşında hayata gözlerini kapattı. Montparnasse mezarlığına defnedildi.

Ölümünün ardından stilist Jean-Charles de Castelbajac şöyle diyordu: ‘1960’ların başında Rykiel moda dünyasını yerinden oynattı. Detaylara düşkündü, yaratıcı bir cesareti vardı.  Hem şık hem cool tarzıyla modern bir feminizm yarattı. Ciddi bir vizyonerdi. Ikimizin ortak fikri bir giysinin sadece bir süs olmadığı, aslında bir manifesto olduğudur. Yokluğunu çok hissedeceğiz.’

Jean-Paul Gaultier de Rykiel’in ardından ‘kadınların yararına sunduğunuz devrim niteliğindeki çalışmalarınıza hayranım. Hepimize verdiğiniz ilham için teşekkür ederim.’ der.

Sonia Rykiel kendine has bir stil yaratmıştı, sürekli giydiği siyah fetiş rengi, ateş renkli özel kesim saçları adeta sıradışı ve asi karakterini yansıtırdı. Farklı alanlardaki yetenekleriyle Fransız haute-couture’nün bu atipik ismi ardında büyük bir moda tasarımcısı olmanın yanısıra akıntıya karşı moda yaratan bir kültür, bir marka, bir imaj, bir tarz ve bir yaşam şekli bıraktı.

Kendisini en güzel yine kendisi anlatmıştı: ‘Ben modanın düzenbazıyım. Genç kızken kıyafetlere, modaya özel bir ilgim yoktu; edebiyat ve flört etmeye daha meraklıydım! Hiç bir zaman dikiş eğitimi almadım, örgü örmeyi de bilmem. Ama buna rağmen trikonun kraliçesi oldum. Bu düzenbazlık değil de nedir?’



Kaynakça:
Tribune Juive
Actualite Juive
TV5 Monde

Wikipedia

Hannah’ın dünyası



Popincourt sokağına döndü. Kendi sokağı…Bu semt tüm hayatıydı. Kalbinin huzurla çarptığı dört küçük sokak: Popincourt, Basfroi, Roquette ve Sedaine. Voltaire meydanının pek yakınında. Akordeon sesleriyle, gazete satıcılarının bağrışlarıyla, bir evden öbür eve durmak bilmeyen konuşmalarla hiç ama hiç uyumayan, anne babasının deyimiyle ‘petit Istanbul’! ((küçük Istanbul)                

Küçük insanların semtiydi bu semt. Halıcılar, sandalyeciler, marangozlar, cilacılar... Daracık kaldırımlarında çarpışılır, sarmaş dolaş selamlaşılır, öpüşülürdü. Bütün hafta boyunca zor şartlarda yoğun çalışılırdı. Pazar günleri ise şık giyimli kızlar 4’lü, 5’li gruplar halinde dolaşır, genç delikanlılar kızlara ıslık çalar, muhabbet başlatmaya çalışır, semtin caféleri dolar taşardı. Bu semtte kendi evlerindeydiler, kendi aralarındaydılar, diğer Paris’lilerin küçümseyen bakışlarından uzakta, korunaktaydılar.                

Yaşadığı apartmana girdi. Merdivenleri soğan, et ve baharat kokuları sarmıştı. Annesi Abramoff’a gitmiş olmalıydı, Cinq Continents (Beş Kıta)’ya…Roquette sokağı 66 numaradaki ‘Türkiye’ kokan bakkala… Nane, çeşit çeşit baharatlar, kaşkaval (kaşar peyniri), kasanın yakınında müşterilerin birarada tattığı rakı. Bakkala haftada bir gidilirdi, daha fazlasına bütçeleri müsait değildi. Dükkanın kapısından girer girmez bayram başlardı. Kadınlar zeytinleri tatmaya başlar, erkekler emaye kapların içindeki baharatları keşfederlerdi. Dükkan sahibi neşeli günündeyse çocuklara fıstıklı ya da çikolatalı helva ikram eder, çocuklar da dükkanın önündeki kaldırımda bayıldıkları bu lezzetin tadını çıkartırlardı.                

Eve girdi. Anne, babası her zamanki gibi yüksek sesle kavga ediyorlardı. Hiç anlaşamıyorlardı. 1920’li yıllarda yapılan çoğu evlilik gibi onlarınki de Istanbul’da büyüklerın ayarladığı evliliklerdendi. Cécile doğduğu Romanya’dan antisemitizm nedeniyle kaçmak istiyordu. Kitaplarıyla ve şiirleriyle yaşamayı seven, duygularını ifade etmeyi beceremeyen ‘yalnız adam’ Haim’le evlenmeyi kabul etmişti. Güzel sarışın kadın Istanbul’a yerleşip bir memur eşi olarak rahat bir yaşam sürmeyi hayal ediyordu. Oysa Haim’in başka rüyaları vardı.

 Alliance Okulunda Fransızca öğrenmişti, Hugo, Baudelaire ve Verlaine’ye hayranlık duyuyordu. Osmanlı Imparatorluğunun çöküşüyle Türkiye’yi terk edip Paris’e yerleşmişti. Politik nedenlerle değil, sadece Fransa’ya aşık olduğu için. Neredeyse mistik bir aşktı onunkisi. 14 temmuz Özgürlük Bayramı Balosu, yaz aylarında Grands Boulevards yaşantısı, Tour de France bisiklet yarışması onun için dünya üstündeki mutluluğu simgeliyordu. Cécile bu göçe razı olmuştu olmasına ama her gün, her gece kocasının burnundan getiriyordu.                

Geçen ay Almanya’yla savaşa girildiğinden beri Behar’larda en ufak şey için bile kavga ediliyordu. Ama bu seferki konu önemsiz değildi.            
-Bunu yapamazsın diyordu Cécile.               
-Yapmak zorundayım diyordu Haim.
-Niye zorundasın? Sen Türk vatandaşısın. Bu savaştan sana ne?               
-Yanılıyorsun Cécile. Fransa bana herşeyi verdi. 1925 yılında buraya ilk kez yalnız başıma geldiğimde hiç bir şeyim yoktu. Çoraplarımı köhne bir otel odasının pis lavabosunda  yıkar, bir kaç frank için pazarlarda çalışırdım. Bugün güzel bir dükkanımız var, sen terzi olarak hayatını kazanıyorsun, kızımız Fransız. Artık burada sürgünde değiliz, geçici hiç değiliz. Bu ülkeye borcumu ödemeliyim, onlara layık bir şekilde hizmet etmeliyim, ben de herkes gibi savaşa gideceğim.                
-Ama seni istemiyorlar ki! Bir yabancı, üstelik bir Yahudisin sen…           
-Doğru. Legion’da ne yabancıları ne Yahudileri seviyorlar. Ama sebat ettim, on kez gittim, sonuçta beni kabul ettiler. Hitler’in ne büyük bir tehlike olduğunu anlıyorlar yavaş yavaş.
-Işte, tam da bu. Yaptığın çok çok tehlikeli. Üstelik ‘butika’yla kim ilgilenecek?                

Bu kelimeyle Hannah kapının arkasında duraksar, gülümser. Anne babası Fransızca konuşurlardı tabii ama tartışmalarını Judeo-Ispanyol lisanında yaparlardı. 15. yüzyılın Kastilyan lisanı, üstelik Rumca, Türkçe, Bulgarca kelimelerle süslü bir lisan. Müzikal, ahenkli bir dil. Hannah’ın konuştuklarını anlamadığını düşünüyorlardı ama yanılıyorlardı. Doğduğundan beri kulak misafiriydi bu lisana, kelime kelime işliyordu zihnine. Ama hiç renk vermeden! O anda Hannah’ın ayakları altındaki parke gıcırdadı.
            
-Sen misin Çiçek? dedi babası.   
             
Babası Hannah’ya Çiçek ya da Hanum derdi. Bazen de Minik Lokum! Kızına tutkundu Haim. (Keyfi yerinde olduğunda kızını Sedaine sokağındaki favori cafésine götürürdü, Bosfo’a. Çok mütevazi bir mekandı burası, bir bar, bir kaç sandalye, duvarlarda Türkiye manzaralı posterler. Buraya ne ambiyansı ne vasat kahvesi için gidilirdi. Türkiye’den gelen Yahudiler aralarında görüşmek, memleket hasreti gidermek, gurbet acısını paylaşmak için buluşurlardı.)
                
Sapsarı saçlı, masmavi gözlü, içinin güzelliği dışına yansıyan biricik kızlarının yanında Cécile ve Haim tartışmalarını hemen kestiler. Onun önünde bu savaştan bahsetmek neye yarardı ki? Oysa Hannah bir çok şeyi anlıyordu, kendine göre. Okulda herşeyden konuşuluyordu.
-Yemek yemek ister misin? dedi Cécile. Borekitas yaptım.                
Işte merdivenlere yayılan koku buydu, içi etli yarım ay börekçikler!
                
Hannah yatmayı tercih etti. Anne babasının, bahsederken seslerinin titrediği ne Romanya, ne Türkiye ona bir şey ifade ediyordu. Ne savaş, ne Almanlar, ne Hitler… Yarın okul vardı. Tavırlarıyla onu şaşırtan, merak ettiren Suzanne Dupuis’yle belki bir kaç kelime konuşabilirdi.



*
 Paris’de 1939 yılının kışı. ‘Küçük Istanbul’da 9 ve 10 yaşlarındaki iki kız çocuğu Hannah ve Suzon. Yazar Ariane Bois bu iki çocuğun gözünden işgal altındaki Paris’teki Yahudi-Türk diasporasının dünyasına götürüyor bizleri. Savaş yılları hayatlarını alt üst ediyor. Korku, sürgün, kayıp, korkunç bir sır… Acaba arkadaşlıkları savaşın acımasızlığına karşı koyabilecek midir?

                
Marie Claire grubunda toplumsal konularda muhabir ve Avantages dergisinde edebiyat eleştirmeni olan Ariane Bois duyarlı, alçak gönüllü ve çok dokunaklı bir romana imza atmış. Le monde d’Hannah (Hannah’ın Dünyası) zamana meydan okuyan dostlukların mucizevi gücüne de dikkat çekiyor. Paris’in bu hüzünlü ve acı savaş dönemine ilgi duyanlar için özellikle tavsiye ederim.

Hannah’ın dünyası



Popincourt sokağına döndü. Kendi sokağı…Bu semt tüm hayatıydı. Kalbinin huzurla çarptığı dört küçük sokak: Popincourt, Basfroi, Roquette ve Sedaine. Voltaire meydanının pek yakınında. Akordeon sesleriyle, gazete satıcılarının bağrışlarıyla, bir evden öbür eve durmak bilmeyen konuşmalarla hiç ama hiç uyumayan, anne babasının deyimiyle ‘petit Istanbul’! ((küçük Istanbul)                

Küçük insanların semtiydi bu semt. Halıcılar, sandalyeciler, marangozlar, cilacılar... Daracık kaldırımlarında çarpışılır, sarmaş dolaş selamlaşılır, öpüşülürdü. Bütün hafta boyunca zor şartlarda yoğun çalışılırdı. Pazar günleri ise şık giyimli kızlar 4’lü, 5’li gruplar halinde dolaşır, genç delikanlılar kızlara ıslık çalar, muhabbet başlatmaya çalışır, semtin caféleri dolar taşardı. Bu semtte kendi evlerindeydiler, kendi aralarındaydılar, diğer Paris’lilerin küçümseyen bakışlarından uzakta, korunaktaydılar.                

Yaşadığı apartmana girdi. Merdivenleri soğan, et ve baharat kokuları sarmıştı. Annesi Abramoff’a gitmiş olmalıydı, Cinq Continents (Beş Kıta)’ya…Roquette sokağı 66 numaradaki ‘Türkiye’ kokan bakkala… Nane, çeşit çeşit baharatlar, kaşkaval (kaşar peyniri), kasanın yakınında müşterilerin birarada tattığı rakı. Bakkala haftada bir gidilirdi, daha fazlasına bütçeleri müsait değildi. Dükkanın kapısından girer girmez bayram başlardı. Kadınlar zeytinleri tatmaya başlar, erkekler emaye kapların içindeki baharatları keşfederlerdi. Dükkan sahibi neşeli günündeyse çocuklara fıstıklı ya da çikolatalı helva ikram eder, çocuklar da dükkanın önündeki kaldırımda bayıldıkları bu lezzetin tadını çıkartırlardı.                

Eve girdi. Anne, babası her zamanki gibi yüksek sesle kavga ediyorlardı. Hiç anlaşamıyorlardı. 1920’li yıllarda yapılan çoğu evlilik gibi onlarınki de Istanbul’da büyüklerın ayarladığı evliliklerdendi. Cécile doğduğu Romanya’dan antisemitizm nedeniyle kaçmak istiyordu. Kitaplarıyla ve şiirleriyle yaşamayı seven, duygularını ifade etmeyi beceremeyen ‘yalnız adam’ Haim’le evlenmeyi kabul etmişti. Güzel sarışın kadın Istanbul’a yerleşip bir memur eşi olarak rahat bir yaşam sürmeyi hayal ediyordu. Oysa Haim’in başka rüyaları vardı.

 Alliance Okulunda Fransızca öğrenmişti, Hugo, Baudelaire ve Verlaine’ye hayranlık duyuyordu. Osmanlı Imparatorluğunun çöküşüyle Türkiye’yi terk edip Paris’e yerleşmişti. Politik nedenlerle değil, sadece Fransa’ya aşık olduğu için. Neredeyse mistik bir aşktı onunkisi. 14 temmuz Özgürlük Bayramı Balosu, yaz aylarında Grands Boulevards yaşantısı, Tour de France bisiklet yarışması onun için dünya üstündeki mutluluğu simgeliyordu. Cécile bu göçe razı olmuştu olmasına ama her gün, her gece kocasının burnundan getiriyordu.                

Geçen ay Almanya’yla savaşa girildiğinden beri Behar’larda en ufak şey için bile kavga ediliyordu. Ama bu seferki konu önemsiz değildi.            
-Bunu yapamazsın diyordu Cécile.               
-Yapmak zorundayım diyordu Haim.
-Niye zorundasın? Sen Türk vatandaşısın. Bu savaştan sana ne?               
-Yanılıyorsun Cécile. Fransa bana herşeyi verdi. 1925 yılında buraya ilk kez yalnız başıma geldiğimde hiç bir şeyim yoktu. Çoraplarımı köhne bir otel odasının pis lavabosunda  yıkar, bir kaç frank için pazarlarda çalışırdım. Bugün güzel bir dükkanımız var, sen terzi olarak hayatını kazanıyorsun, kızımız Fransız. Artık burada sürgünde değiliz, geçici hiç değiliz. Bu ülkeye borcumu ödemeliyim, onlara layık bir şekilde hizmet etmeliyim, ben de herkes gibi savaşa gideceğim.                
-Ama seni istemiyorlar ki! Bir yabancı, üstelik bir Yahudisin sen…           
-Doğru. Legion’da ne yabancıları ne Yahudileri seviyorlar. Ama sebat ettim, on kez gittim, sonuçta beni kabul ettiler. Hitler’in ne büyük bir tehlike olduğunu anlıyorlar yavaş yavaş.
-Işte, tam da bu. Yaptığın çok çok tehlikeli. Üstelik ‘butika’yla kim ilgilenecek?                

Bu kelimeyle Hannah kapının arkasında duraksar, gülümser. Anne babası Fransızca konuşurlardı tabii ama tartışmalarını Judeo-Ispanyol lisanında yaparlardı. 15. yüzyılın Kastilyan lisanı, üstelik Rumca, Türkçe, Bulgarca kelimelerle süslü bir lisan. Müzikal, ahenkli bir dil. Hannah’ın konuştuklarını anlamadığını düşünüyorlardı ama yanılıyorlardı. Doğduğundan beri kulak misafiriydi bu lisana, kelime kelime işliyordu zihnine. Ama hiç renk vermeden! O anda Hannah’ın ayakları altındaki parke gıcırdadı.
            
-Sen misin Çiçek? dedi babası.   
             
Babası Hannah’ya Çiçek ya da Hanum derdi. Bazen de Minik Lokum! Kızına tutkundu Haim. (Keyfi yerinde olduğunda kızını Sedaine sokağındaki favori cafésine götürürdü, Bosfo’a. Çok mütevazi bir mekandı burası, bir bar, bir kaç sandalye, duvarlarda Türkiye manzaralı posterler. Buraya ne ambiyansı ne vasat kahvesi için gidilirdi. Türkiye’den gelen Yahudiler aralarında görüşmek, memleket hasreti gidermek, gurbet acısını paylaşmak için buluşurlardı.)
                
Sapsarı saçlı, masmavi gözlü, içinin güzelliği dışına yansıyan biricik kızlarının yanında Cécile ve Haim tartışmalarını hemen kestiler. Onun önünde bu savaştan bahsetmek neye yarardı ki? Oysa Hannah bir çok şeyi anlıyordu, kendine göre. Okulda herşeyden konuşuluyordu.
-Yemek yemek ister misin? dedi Cécile. Borekitas yaptım.                
Işte merdivenlere yayılan koku buydu, içi etli yarım ay börekçikler!
                
Hannah yatmayı tercih etti. Anne babasının, bahsederken seslerinin titrediği ne Romanya, ne Türkiye ona bir şey ifade ediyordu. Ne savaş, ne Almanlar, ne Hitler… Yarın okul vardı. Tavırlarıyla onu şaşırtan, merak ettiren Suzanne Dupuis’yle belki bir kaç kelime konuşabilirdi.



*
 Paris’de 1939 yılının kışı. ‘Küçük Istanbul’da 9 ve 10 yaşlarındaki iki kız çocuğu Hannah ve Suzon. Yazar Ariane Bois bu iki çocuğun gözünden işgal altındaki Paris’teki Yahudi-Türk diasporasının dünyasına götürüyor bizleri. Savaş yılları hayatlarını alt üst ediyor. Korku, sürgün, kayıp, korkunç bir sır… Acaba arkadaşlıkları savaşın acımasızlığına karşı koyabilecek midir?

                

Marie Claire grubunda toplumsal konularda muhabir ve Avantages dergisinde edebiyat eleştirmeni olan Ariane Bois duyarlı, alçak gönüllü ve çok dokunaklı bir romana imza atmış. Le monde d’Hannah (Hannah’ın Dünyası) zamana meydan okuyan dostlukların mucizevi gücüne de dikkat çekiyor. Paris’in bu hüzünlü ve acı savaş dönemine ilgi duyanlar için özellikle tavsiye ederim.