20 Ağustos 2015 Perşembe

Altmış milyon dost

17 agustos 2015

17 Şubat 2015’de Resmi Gazete’de yayımlanan yeni Medeni Kanun maddesiyle Fransa’da hayvanların hukuki statüsü değişti. Evcil hayvan, kanun karşısında artık ‘kişisel bir mülkiyet’ değil ‘hissiyatı olan bir canlı’ konumuna geçti. Hayvanseverlerin 200 yıllık mücadelesi hayvan hakları adına büyük bir zaferle sonuçlandı.
Fransızlar evcil hayvanlarına çok düşkünler. Ülkedeki hane sayısının yarısında evcil hayvan mevcut, toplamda kendi nüfusları kadar hayvan nüfusu var. Bu rakam Avrupa Birliği içindeki en yüksek evcil hayvan nüfusu. 11 milyon kedi, 8 milyon köpek, 2,5 milyon kemirgen, 10 milyon kuş ve 36 milyon balık… 4,5 milyar Euro’luk bu sektör 20 binin üstünde kişiye de istihdam sağlıyor. Veterinerlik, doktorlukla aynı değerde, çok itibar gören bir meslek dalı. Lise ertesi, önce iki yıllık hazırlık eğitiminin ardından üniversite sınavına giriliyor. Paris yakınlarındaki Alfort, Lyon, Nantes ve Toulouse’daki fakültelerde sadece 500 öğrencilik kontenjan mevcut ve eğitim süresi toplam yedi yıl.

Evcil hayvanlar insanın gerçek dostları, çocukların ve yalnız yaşayan yaşlıların ayrılmaz arkadaşı. ‘Yaşlı insan-yaşlı köpek’ ikilisinde köpeği de, sahibi gibi, yıllar ağırlaştırmıştır ama ne büyük bir minnet ve dostlukla bakarlar birbirlerine. Sokakta köpeğini gezdiren yaşlı insanların köpekleriyle konuştuklarını gözlemlerim çoğu zaman. Yaşlı insanların yalnızlığı inanılmazdır bu şehirde. İstatistiklere göre yaşam süresi uzamıştır uzamasına ama yalnızlıklar da çoğalmıştır sanki. Yaz aylarında çocuklar, torunlar tatile, yazlığa gittiğinde o yalnız insanların hüzünlü bakışları çok dokunur insana. “Teyzecim, ninecim” deyip kapı çalan, bir tas çorba getiren pek yoktur bu diyarlarda…

Paris şehri bir köpek cennetidir, ama sokaklardaki pislikler insana çok zor anlar yaşatabilir. Yüksek cezalara, kullanım için özel yerleştirilen plastik torbalara, iyi niyetli çabalara rağmen bu sorunun önüne geçilemiyor. Geçen aylarda okuduğum haber ise çok ilginçti. Bavyera’da Volkach adlı bir kasabada belediye, kasabanın tüm köpeklerinin DNA örneğinin alınmasına karar vermiş. Bundan böyle yollarda rastlanacak pislikler, veri tabanıyla karşılaştırılarak, ilgili köpeğin sahibine ceza olarak yansıtılacakmış! Belediye Başkanı Peter Kornell bu projeye harcanacak 78 bin Euro’nun uzun vadede akıllı bir yatırım olacağını düşünüyormuş. Paris’te benzer bir uygulama mı? İmkansız!

Köpek mezarlığı
Geçenlerde internette bir haber dikkatimi çekmişti: Le cimetière des chiens yani köpek mezarlığı. İlginç olsa gerek demeye kalmadan kendimi Asnières-sur-Seine’deki mezarlığın ihtişamlı Art-Nouveau kapısının önünde buldum.

Asnières-sur-Seine, Paris’in 8 km. kuzeybatısında, 85 bin nüfuslu bir şehir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren Paris’e tren yoluyla bağlanan bölge Parislilerin haftasonu yürüyüş ve piknik yapmayı sevdikleri bir mesire yeri haline gelir. Şehrin limanı yelken yarışları için tercih edilir. Empresyonist ressamların çoğu bu bölgeyi ikamet yeri olarak seçer ve tablolarına ilham kaynağı olur. Vincent van Gogh, Emile Bernard, Paul Signac ve  Georges Seurat Seine Nehrinin bu kıyılarını tablolarında ölümsüzleştirirler.

Şehir zengin bir mimari mirasa sahip: kralın mimarı Jacques Hardouin-Mansart tarafından 1750 yılında inşa edilen şatosu ve belediye binası görülmeye değer. Üstelik nehrin kıyısındaki Robinson Parkı nefis. Asnières-sur-Seine’i ziyaret etmek için bir diğer neden de dünyanın en eski hayvan mezarlığı olarak bilinen köpek mezarlığı. 1899 yılında açılan mezarlığa yılda 50 binden fazla evcil hayvan gömülmekte. Etkileyici anıt ve heykellerle dolu bu tarihi mezarlık şehre çok sayıda ziyaretçi çekmekte.

Mezarlığın düzenine, temizliğine, mermer taşların üzerindeki sevgi ve minnet sözlerine hayranlıkla bakarken çakıl taşlarını düzelten bir kadına rastladım. ‘Herhalde görevli, çevreyi temizliyor’ diye içimden geçirirken kadın selam verdi ve anlatmaya başladı: “Burada benim köpeğim yatıyor. İsmi Elvis. Hayatımda böylesine bir sevgi hiç yaşamadım ben. Benim ona verdiğimden çok daha fazlasını o bana verdi. Hem de o kısacık ömründe. Hergün ziyaretine geliyorum.” Gösterdiği mezar inanılmaz bakımlıydı, kalp şeklinde siyah mermer taş, köpeğin fotoğrafı, onlarca taptaze çicek buketi… “Her cumartesi onunla pazara giderdik. Çiçekçinin önünden geçerken durur, bana çiçek almak isterdi. Öyle sade, mat renkleri hiç sevmez, hep pembelere, morlara, fuşyalara çekerdi beni. Şimdi her cumartesi ben ona çiçek getiriyorum.” Maurilia anlatmaya devam etti: “Eşim beni terk etti, giderken de köpeğimi çaldı, götürdü. Ne kadar uğraştım, ne kadar konuştuysam sevgilisiyle bir oldular, köpeğimi geri vermek istemediler. Ama ben vazgeçmedim. İkisini de mahkemeye verdim. Çalıştığım devlet dairesinde bana ‘sen deli misin?’ dediler. Yılmadım. Mahkeme bana hak verdi. Hem köpeğimi geri aldım, hem de eşim köpeğimin masrafları için nafaka ödemeye mahkum edildi. Elvis için herşeye değerdi. Şimdi eski eşim de ayda bir-iki buraya köpeğimi ziyarete gelir.”

Maurilia’nın söylediklerini düşüne düşüne mezarlığı gezmeye devam ettim. Girişteki gişeden elime kocaman, detaylı bir mezarlık haritası vermişlerdi. Köpekler, kediler, kuşlar, atlar, ponyler, hamsterler, tavşanlar, balıklar, hatta bir maymun… Pupuce, Sultan, Rubis, Minouchette, Ulysse, Kenzo, Clement ve daha binlercesi… Üstelik ünlüler de var bu mezarlıkta: Prenses Lobanof’un köpekleri Marquise ve Tony, sinemanın süper starı Rintintin, tiyatro oyuncusu Poilu, sanatçı Sacha Guitry’nin kedisi, polis köpekleri Dora, beş kez madalya sahibi Top, görev başında öldürülen Léo, Napolyon ordusunun savaş kahramanı Moustache, anısına büyük bir heykel dikilen 40 kişinin hayatını kurtarmış Barry, Henri de Rochefort’un sahibinin ölümü üzerine dört gün sonra üzüntüden ölen kedisi Kroumir derken vakit nasıl aktı gitti bilemedim. Mezarlığı arkamda bırakıp kalabalık sokağa dönerken insanla hayvan arasındaki sevginin gücüne ve dostluğun değerine bir kez daha hayran kaldım.

Le cimetière des chiens
Pnt de Clichy
Asnières-sur-Seine

Pazartesi hariç her gün ziyarete açık

Bir baba-kızın hazin hikâyesi

17 haziran 2015

5  ağustos 1968’de Paris’in şık banliyölerinden Neuilly-sur-Seine’de doğan Marine iki ablasının ardından ailenin en küçük çocuğudur. Anne babası 1958 yılında bir gala yemeğinde tanışıp iki yıl sonra evlenmişlerdir. Babası Jean-Marie siyasal bilimci, annesi Pierrette şarap ticareti yapan burjuva bir ailenin kızıdır.

Jean-Marie 1972 yılında FN-Front National (Milliyetçi Cephe) Partisini kurar. Cezayir’de birlikte olduğu arkadaşları, Vichy savunucuları, neo-Nazi sempatizanları ve tutucu Katoliklerin desteğini alır. Marine okulda kendisine ‘faşistin kızı’ denmesine alışmak zorundadır. ‘Bienvenue Dans un Monde Sans Pitié’ (Merhametsiz Bir Dünyaya Hoşgeldiniz) adlı kitabında okulun ‘merhamet’ yeri olmadığını eğitim hayatı boyunca bizzat yaşadığını, ne yaptığıyla değil hep soyadıyla değerlendirildiğini anlatır.

Babanın aşırı uçlardaki söylemleri aileyi 1 Kasım 1976’da ciddi bir suikastla karşı karşıya bırakır. Paris’in 15. bölgesindeki dairelerine 20 kilo dinamit yerleştirilir, tüm bina çöker, yakındaki 12 apartman da ciddi zarar görür. Savaş sonrasında yaşanan bu en büyük suikast girişiminde mucize olarak kimse ölmez, hatta beşinci kattan düşen bebek bile yaşama tutunur. “Suikastin yarattığı korku çevrenizde öyle bir duvar örer ki herkes sizden uzak durmak ister. Babam hedef olduğu için tehlikeli bir adamdı. O andan itibaren bu gerçekle yaşamak zorundaydık.”

Anne Pierrette 1984 yılında eşinin biyografisini yazmakla görevlendirilen gazeteci Jean Marcilly ile tanışır ve ani bir kararla evini terkeder. Üç yıl sürecek boşanma davası çok medyatize edilir. Pierrette “Gururu ve kibiri bana zalim davranmasına neden oldu” diyerek suçladığı eşinden intikam almak için Playboy dergisine çıplak pozlar verir, çeşitli basın kuruluşlarında eski eşini ırkçılıkla suçlar. Medya önünde geçen bu çocukluk ve gençlik yılları Marine’i olumsuz etkiler, 19 yaşında Paris Match’a verdiği söyleşide, “Bir anne gizli bir bahçedir, kamu çöplüğü değildir” diyecek kadar yaralıdır.
Hukuk eğitimi alır, avukat olur. İki kez evlenir, boşanır. 2010 yılından bu yana parti başkan yardımcısı Louis Aliot ile birlikte yaşamaktadır. İlk evliliğinden 1998’de bir kızı, 1999’da da bir kız-bir erkek ikizleri doğar. Özel hayatı hakkında çoğunlukla sessiz kalmayı tercih eder. 1998 yılında avukatlığını rafa kaldırır ve aktif politikaya atılır. Jean-Marie’nin 2002 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sosyalist adayı geride bırakıp ikinci tura seçilmesi ülkede şok etkisi yaparken Marine artık ‘ekibin’ ayrılmaz bir parçasıdır. Yaptığı bir açıklamada “Babamın programından farklı düşündüğüm bir nokta bulamıyorum. Ben de %100 Le Pen’im” der.
Babasının kurduğu ve 40 yıl boyunca başkanı olduğu FN’in 2003 yılında başkan yardımcılığına, 16 Ocak 2011’de de parti başkanlığına seçilir. Baba çok mutludur. “Kızımla gurur duyuyorum. Bayrağı Marine’e devrettim, o benden daha hızlı koşuyor!” diyen Jean-Marie dizginleri kızına devretmiş, onursal başkan olarak kenara çekilmiştir. O günlerde kamuoyunu meşgul eden soru Marine Le Pen’in soyadına sadık kalıp babasının ‘daha genç’ versiyonu olarak mı devam edeceği yoksa farklı bir yol mu izleyeceğidir.

Yıllar akıp geçmekte, zaman değişmektedir. Marine imajını parlatır, her gün içtiği 60 sigaradan vazgeçer. Kıyafetleri, saçı, giyimi, yaptığı rejim bile değişir. Bir yanda yeni, genç, dinamik bir profil çizmekte, farklı bir seçmen kitlesine hitap etmeye çalışmakta, diğer yanda babasının aşırı ırkçı açıklamalarının yarattığı zehir etkisini azaltmaya çalışmaktadır. Fransa’yı euro bölgesi ve Schengen’den çıkartma sözleri, İslam ve göçmen karşıtı duruşu ise devam etmektedir.

Sonun başlangıcı bir yıl önce Jean-Marie’nin ünlü Fransız Yahudi sanatçı Patrick Bruel’e sataşmasıyla hız kazanır. Fransız futbol takımındaki siyah oyuncuların fazlalığına atıfta bulunan, Mareşal Pétain’i savunan, Holokost’u ve gaz odalarını İkinci Dünya Savaşının bir ‘detay’ı olarak nitelendiren Le Pen’in ırkçı nefret söylemleri ve antisemit yorumları durmak bilmez. Partiye zarar veren ve ‘şeytanlaştıran’ bu gidişe bir dur demek gerekmektedir.

Dört yıl önce çekilmiş bu fotoğraf artık sararmaya başlamıştır. Baba-kız arasında hedefler değişmekte, politik kırılma ile ailevi çekişme içiçe geçmektedir. Babanın aşırı söylemleri mi yoksa kızının hırsı mı kazanacaktır? Jean-Marie parti içinde jüri karşısına çıkartılır, yaptırım olarak parti onursal başkanlığı askıya alınır. “Böyle bir şeyi asla  beklemezdim. Yaratılan bu kriz politiktir, 40 yıllık partimin çizgisi değiştirilmek istenmektedir. Büyük bir acı bu benim için. İsmimi taşıdığı için utanıyorum ama acıma rağmen kızımı seviyorum.”

Babasıyla yaptığı atışmalar sondajlarda Marine Le Pen’in popülerliğini azaltmakta, baba-kız arasındaki fırtınanın partinin imajını olumsuz etkilemesine engel olmak gerekmektedir. Jean-Marie geçen cuma günü çıktığı yüksek mahkemede parti içinda kendisine karşı alınan kararın yasal olmadığını ve iptalini talep eder. Parti yönetimi ise bu konuya son noktayı koymak için statü değişikliğini parti üyelerine oylatarak onursal başkanlık pozisyonunu iptal etmek istiyor. Önümüzdeki haftalarda FN’de büyük bir ‘temizlik’ bekleniyor.
87 yaşındaki Jean-Marie’nin politik hayatı kurduğu parti tarafından mı yoksa kendi kanından kızı tarafından mı sonlandırılacak? Yoksa tecrübeli politikacı henüz son sözünü söylemedi mi? Jean-Marie Le Pen “Beni partiden ihraç ederse hiç bir zaman iktidara gelemez” diye kızını tehdit ederken gelecek seçimlerde cumhurbaşkanlığına aday Marine Le Pen FN’nin babasının malı olmadığını ve son sözü partililerin söyleyeceğinin altını çiziyor. Kimilerine göre olaylar politik bir ihanet, kimilerine göre ise Jean-Marie’nin partiden uzaklaştırılması ince bir ayarla orkestre edildi.

Velhasıl Le Pen’lerin trajedisi henüz bitmedi. Kim haklı, kim haksız, kim galip gelecek, kim tasfiye edilecek önümüzdeki günler gösterecek ama bir baba-kızın hazin hikayesi daha uzun süre Fransız politikasını meşgul etmeye devam edecek.

Fransızlar uyuyor, Türkler arkadaş ağırlıyor

20 mayıs 2015

OECD’nin ‘Society at a Glance 2014’ raporu kriz ve sonrası sosyal göstergelerin derlendiği ilginç bilgilerle dolu.

OECD üyesi ülkelerde yapılan bu sosyal eğilim çalışması ülke demografisi, aile yapısı, doğurganlık, işsizlik, fakirlik ve eşitsizlik, sosyal harcamalar, iş ve hayat tatminleri konularında araştırma sonuçlarını içeriyor. Kurumun çalışmalarından edinilen göstergelerle sosyal trend ve politika gelişmeleri konusunda bilgi veriyor. Amaç toplumların, özellikle diğer ülkelerle karşılaştırmalı olarak, nasıl değiştiğini göstermek.
2007-2008 krizi, bilindiği gibi, sadece ekonomik ve finansal bir kriz olarak kalmadı, bir sosyal krizi de beraberinde getirdi. Bugün OECD ülkeleri içinde 48 milyon kişi iş aramakta. Bu rakam 2007’yle kıyaslanınca 15 milyon daha fazla! Üstelik bu sayıya girmeyen daha milyonlarca hane de ciddi finansal sorunlar yaşamakta. Yunanistan, İrlanda ve İspanya’da gelir girmeyen hane sayısı son yedi yılda iki katına çıkarken alt gelir grubu, gençler ve çocuklu aileler en büyük zarar görenler.
İşsizlik ve ekonomik zorluklar mutsuzluğu, hükümetlere güvensizliği arttırırken evlilik oranı ve doğurganlığı ise düşürdü. Birbirine destek ihtiyacı aile bağlarının güçlenmesini sağlayabilirse de ekonomik stres ve çatısmalar aile çözülmelerine ve boşanma oranlarının yükselmesine neden oldu. Ekonomik zorlukların hükümetlere güveni oldukça sarstığı özellikle Yunanistan, İrlanda, Portekiz ve Slovenya’da gözlemlenirken finans kurumlarına güven ise tüm OECD ülkelerinde ciddi düşüşler yaşadı.
Fransa özeline baktığımızda ülkede sosyal harcama oranları oldukça yüksek. GSMH (gayrisafi milli hasıla)’nın üçte biri sosyal harcamalara ayrılıyor, bu rakam OECD içinde en yüksek ve yüzde 22 olan ortalamanın da oldukça üstünde. Tüm devlet harcamalarının 10 euro’sunun 7’si ise sağlık, eğitim ve sosyal harcamalara (emeklilik, aile ve işsizlik) aktarılıyor. 2008 yılından bu yana işsizler ordusuna her hafta 3.700 kişi katılmakta. Fransız hükümetinin devlet harcamalarının hangi alana yöneltilmesi gerektiği konusunda zor kararlar vermesi gerekiyor.

Fransa’nın büyük harcama bütçesi emekli ve yaşlı gruba. Bir Fransız kadını emeklilikte ortalama 27,4 yıl geçirmekte, OECD ülkeleri arasında hem en uzunu, hem ortalamanın beş yıl üstünde. Doğurganlık oranı, ABD, Estonya, Yunanistan, İspanya gibi krizin ağır vurduğu ülkelerde son üç yılda yüzde 6 düşüş gösterirken, Fransa’da kadın başına iki çocuk oranı değişmedi. Evlilik oranı ise yüzde 45. Fransızlar, diğer üye ülkelere göre daha fazla uyuyorlar, üstelik tüm üye ülkelerden daha çok yemekte vakit geçiriyorlar.

Türkiye rakamlarına baktığımızda ise evlilik oranı yüzde 65 ile birinci sırada. Yüzde 49,7 çalışan nüfus oranıyla OECD içinde Yunanistan’ın ardından sondan ikinci durumdayız. Kadın çalışma oranında, diğer tüm ülkelerin ardından yüzde 29,8 ile sonuncuyuz. Meksika’nın ardından ortalama 74,6 yıl yaşam süresi ile sondan ikinciyiz. Hane geliri OECD ortalamısının yüzde 45’i kadar. (En yüksek 36.400 $ ile Lüksemburg, en düşük 4.500 $ Meksika sıralanırken Türkiye 7.100 $ ile sondan ikinci) Gelir dağılımındaki adaletsizlikte Şili ve Meksika’dan sonra sondan üçüncü sıradayız.

Fakirlik sıralamasında da yine sondan üçüncüyüz. OECD ortalaması her on kişide birken, her beş Türkten biri fakir. Yeterli yiyecek alamayan insan oranı OECD ortalaması yedide birken Türkiye’de üçte bir. Devletin sosyal harcamaya ayırdığı miktar oldukça düşük; OECD ortalaması yüzde 21,8 iken Türkiye’de GSMH’nin yüzde 12,8’i. Üstelik sosyal harcama kalemleri sağlık ve yaşlılıkla ilintiliyken çalışma yaşındaki nüfusa destek çok düşük. Yunanistan’ın ardından okumayan ve çalışmayan genç oranı yüzde 27 ile Türkiye’de en yüksek. Evde hiç çalışanı olmayan hane sayısı yüzde 15 ile OECD ortamasına yakın. Kadın başına yüzde 2,02 doğum oranı ile İsrail, Yeni Zelanda, İrlanda ve Meksika’nın ardından beşinci en doğurgan ülke (ortalama yüzde 1,70)

Türkiye’de 65 yaş üstü her kişiye karşılık çalışan sekiz kişi var, OECD ortalaması 4,2 kişi, Fransa’da 3,3 kişi. 2050’de yaşlanan nüfusla birlikte bu oranın 2,7’ye düşmesi bekleniyor.

Türkiye’de intihar oranı yüzbinde 4,3 ile Yunanistan’dan sonra ikinci en düşük, Fransa’da ise yüz binde 16,2
3.300 dolar olan OECD ortalamasının1/3’ü ile (906 $) Türkiye sağlık harcamasında en alt sırada geliyor. Fransa 4.100 dolar ile ortalamanın üstünde. Fransızların yüzde 96’sı özel sağlık sigortasına sahipken bu oran Türkiye’de yüzde 4,6.

Norveçliler vakitlerinin dörtte birini iş dışında geçiriyorlar. Meksikalılar ise yüzde 16 ile en düşük orana sahip. Japonlar televizyon seyretmekte şampiyon, Yeni Zelandalılarda ise bu oran çok düşük. Üye ülkelerde insanlar fiziksel olarak aktif değiller. Aralarında en sportif çıkan İspanyollar bile özel vakitlerinin ancak yüzde 1’ini fiziksel aktivite yaparak geçiriyorlar.

Gece sokakta yalnız yürürken kendini güvende hissseden ülkeler Norveç, Slovenya ve Avusturya iken Türkiye, Şili ve Meksika son sıraları paylaşmakta.

Bir kurumda gönüllü çalışan sayısı tüm OECD ülkeleri arasında Türkiye’de en az.
Türkler özel zamanlarının yüzde 35’ini arkadaşlarıyla eğlenerek geçirirken üye ülkeler arasında en dost canlısı toplum. (OECD ortalaması yüzde 11’in üç katı!) Yaşam tatmini endeksinde Türkiye, Yunanistan, Macaristan ve Portekizle son sıraları paylaşırken en mutlu insanlar İsviçre, Norveç ve İzlanda’da.
Ne dersiniz? Rakamlar doğruyu söylüyor mu?

Kaynakça:
http://www.oecd.org/els/societyataglance.htm

ELLININ CAZIBESI

15 Nisan 2015
Bu yazının Paris’le hiçbir ilgisi yok sevgili okurlar. Yazarın iç dünyasına kısa bir yolculukla yaşamla muhasebesine ortak olacaksınız gelecek satırlarda…

 Mart’ta 50 yaşıma girdim. Birkaç ay öncesinde bende bir iç sıkıntısı, bir tedirginlik, bir endişe.. “Bir sayı işte, ne değişecek ki? Takma”diyenlere daha da kızıyorum içten içe… Ne de olsa büyükçe bir sayı, biraz korkutucu, biraz ağır, biraz belirsiz... 14-15 yaşlarımda “Kadın 50 yaşına gelmiş, ooo çok yaşlı” dediğim o kadınların yaşı işte… Sokaktaki çocukların artık abla değil de teyze dedikleri yaş… Otobüste, metroda zaman zaman ‘buyrun, oturun’ denilen yaş… Anneannemin üzerinde önlük, altında çiçekli elbise, bahçede gül toplarken çekilmiş fotoğrafında yüzünde derinleşmeye başlayan çizgileriyle gülümsediği yaş… Gazetelerin, ilaç prospektüslerinin okunamadığı, yakın gözlüğü takılmaya başlanılan yaş… Posta kutusundan çıkan mektupta “50 yaşına girdiniz. Ekteki davetiyeyle Sağlık Bakanlığının meme kanserini erken teşhis programı kapsamında aşağıdaki anlaşmalı radyologlardan randevu alarak ücretsiz mamografi yaptırmalısınız” yazan yaş!
Her ne kadar ‘Bugünün 50’si geçmişin 40’ı’ gibi züğürt tesellisi başlıklar uçuşsa da etrafımızda, yaşın vücutlarımız, organlarımız üstünde geriye dönüşü olmayan etkileri var, kabul edelim. Bir yanda fiziksel sorunlar başlasa, duygu karmaşaları yaşasa da insan 50’sinde, hırslar törpülenmiş, sivrilikler yumuşamış, hayat demlenmiş mi oluyor acaba diğer yanda? Bir olgunluğa, bir oturmuşlığa, bir dinginliğe ulaşıyor mu insan? Sorgulama mı desek, muhasebe mi, hesaplaşma mı? 50 yaş hayata farklı bir anlam mı katıyor acaba?

YOLLARDA
Sorular kafamın içinde uçuşup dururken düşünmeye çok vaktim olmadı çünkü son 1,5 aydır hep yollardaydım. Özellikle planladığımdan değil. Programlar, projeler öyle denk geldiği, arka arkaya dizildiği için... Önce Türkiye Aşçılar Federasyonunun davetlisi olarak Antalya’daydım. Yabancı şeflerle Uluslararası Yemek Kültürü Etkinliğine katıldık. Antalya çok sevdiğim bir şehir. Misafirlerimiz de aşçı olunca en iyisini tattırmak istiyor insan. Neyse ki Antalya’da da, yurdumun dört bir yanı gibi, seçenek çok. Mustafa Usta’da piyaz-köfte, Tevfik Usta’da serpme börek, Kanatçı Ali, Akdeniz Pastanesinde yanık dondurma, 18’de bağaça, Yedigün’de turunç, cevizli patlıcan, karpuz reçelleri…
Ardından Kapadokya’ya düştü yolum… Kim sevmez o kocaman, rengarenk balonlarla yapılan masalımsı gezintiyi? Sabahın ayazında yudumlanan sıcacık kahveyle ev yapımı kek, güneşin doğuşuyla göklere yükselmek; o ışık seli, o toprağın kokusu, o Anadolu’nun bağrında hissedilen sonsuzluk hissi… Hele bizi misafir eden ‘yeryüzündeki cennet’ Melekler Evinin sahipleri mimar Arzu ve Muammer Erinal çiftinin misafirperverlikleri, evlerinin ve kalplerinin dostluğa daveti… Kayalara oyulmuş mağara odalar, dekorasyondaki ince zevk ürünü detaylar, nefis kahvaltı, şömine başında muhabbet eşliğinde yudumlanan şampanya…  Üstelik Ürgüp’de heyecan verici girişimler var: Kapadokya Aşçılar Derneği Başkanı sevgili Arif Özata’nın önderliğinde ekonomik durumu zor ailelerin okuyamamış çocuklarına ve engelli gençlere yönelik Aşçılık Eğitim Mutfağı yapılmakta. Amaç hem gençlere meslek edindirmek hem unutulmaya yüz tutmuş yöresel yemekleri yaşatmak.
Sonra yine düştüm yollara, İzmir üzerinden Alaçatı Ot Festivaline… Kötü hava koşullarına, rüzgar, yağmur ve sellere rağmen Alaçatı çok güzeldi, çok özeldi. Taş evler, daracık sokaklarında dans eden rüzgar, radika, şevketibostan, ebegümeci derken Ege’nin zengin ot çeşitleriyle şölene dönüşen sofralar, Papaz Evi’nde Vedat Başaran’la ‘Otlar ve Zeytinyağı’ workshop’ı, güleryüzlü, içten insanlar…

VE İSTANBUL…
Vazgeçilmezim, sevdiğim, özlemim... Şehrin farklı köşelerinde buluşmalar, kavuşmalar… Robert College ve Boğaziçi yıllarımdan adaşım Sibel, Rüveyda, Sara, Petek, Öge; bankacılığımızın unutulmaz anılarıyla oluşan dostluğumuzu günümüze taşıdığımız Sevda, Selmin, Aysun, Serpil, Neval; arkadaşlığımızı perçinleştirdiğimiz Berna, Gökşin, Serap, Betül; sirtakili-göbek havalı doğumgünü kutlamasının mimarı canım Arzu’m… Şalom dostlarım İvo, Virna, Nelly, Eti, Gila… Dost İlkokulundan Emine, Ahu, Ufuk, Sara, Can, Erdoğan, Dani, Mehmet; İtalya günlerimin güzelleri Ece ve Stefania… 24 yıllık hayat arkadaşım, sevgilim, sırdaşım Harun’umun dünyanın dört bir yanında yaşayan ailem ve dostlarımdan gelen video-selfie’lerle derlediği unutulmaz yaşgünü hediyesi film… Üstelik yol boyunca yepyeni karşılaşmalar: Yeşim, Ayşegül, Nükhet, Binhan, Rezzan, Fulya, Senem, Ayfer… Her biriyle kadeh kaldırdım yeni yaşıma… Yüreklerinde bana güzel bir yer ayıran herkese 9 Mart 2015’i çok özel kıldıkları için çok teşekkür ediyorum.
Sevgili arkadaşım Ayşe’den bahsetmesem olmaz bu yazıda. Ayşe Paris’te hayatıma girdi. 2008 yılının bir temmuz sabahı e-mailime bir mesaj düştü: “Web siteni bir arkadaşımdan öğrendim, ortak yönlerimiz var, buluşalım, tanışalım” diye… Buluştuk, tanıştık, arkadaş olduk, dost olduk, sırdaş olduk, neşeyi de paylaştık hüznü de... Zor günümde hep telefonun ucunda, hep klavyenin başında, hep yakınımdaydı. Çok güçlü bir kalemi, çok hoş bir blogu var: Cadı’nın Hikayeleri. Son yazısında yıllar önce tanıştığı bir Ingiliz kadınla paylaşımından bahsediyor. Çok sevdiğim ve benim bu yılıma damgasını vuracak cümle şu: “Ben artık 50 yaşındayım, duramam!”
Bu yıl artık kimse beni tutamaz. Ne dururum, ne susarım, ne hayallerimden vazgeçerim, ne yolumdan dönerim. Neler mi yapacağım? Belki bir gün onları da paylaşırım!

Şimdilik yola devam:
Yavaşla
Yargılama.
Erteleme.
Vazgeçme.
Suçluluk duygusuna son ver. 
Deneyimlerine güven.
Enerjini yiyen insanlardan uzak dur, sana değer verenlerle birlikte ol.
Yaşamın anlık mutluluklardan oluştuğunu unutma ve bu anların tadını çıkart.
Kalan yıllarını öyle yaşa ki içinde ukte kalmasın. 

Pablo Picasso 50 yaşın kadınların sonbaharı olduğunu söylerken haklı mıydı bilmiyorum ama psikolog Barbara Becker Holstein, 50’nin cazibesini şöyle anlatıyor: “Ünlü olabilecek veya organik bir çiftlik kurabilecek veya günde sekiz saat çalışabilecek kadar gençsiniz. Akıllı olacak kadar da yaşlısınız. Eğer yorgunsanız otobüsteki bir gençten size yer vermesini isteyebilirsiniz, ama dilerseniz onunla aşk da yaşayabilirsiniz!”

HEP KARANLIK

Subat 2015

Yazılı ve sözlü basında hep karanlık haberler:
İşsizlik: Yine karanlık bir yıl
Konut: Yine karanlık bir yıl
Büyüme: Yine karanlık bir yıl
Vergiler: Kapkaranlık

Başbakan Manuel Valls alınan tedbirlerin sonuçlarının 2015’in ilk yarısında görülebileceğinin altını çizerken halk artık politikacılara inanmıyor. Cumhurbaşkanı François Holland’ın ekonomik ve sosyal reform programının tamamen boş olduğunu düşünenler çok. MEDEF (Fransa’nın TÜSIAD’ı) felaketten bahsediyor, bu yıl 63 bin şirketin iflas ettiğini, endüstriyel üretimin 1994 yılı rakamlarına geri döndüğünü belirtiyor, yüksek devlet borcuna dikkat çekiyor.
5,5 milyon işsizle bir tarihi rekor daha kırılıyor. 2014 yılı sonunda işsizlik oranı yüzde 6 arttı, ‘senior’ denilen 50 yaş üstü için artış oranı yüzde 11’e ulaştı. Noel öncesi en büyük sigara fabrikalarından biri kapanınca çoğu karı-koca işsiz kalan aileler artık çocuklarının bile Noel Baba’ya inanmadıklarını belirtiyor.
Konut sorununda alarm zilleri çalıyor. Abbé-Pierre Vakfı yayınladığı yıllık raporunda 3,5 milyon Fransızın konut sorunlarıyla boğuştuğunun altını çiziyor. Evi olmayan ve sokakta yaşayan kişi sayısı artıyor. 145 bin kişinin sürekli yaşadığı bir evi yok, 30 bini çocuk. Bu sayı 2008 krizinden bu güne yüzde 50 artmış. 2,8 milyon kişi kötü koşullarda yaşıyor. 5,1 milyon hanede elektrik veya ısınma sorunu var, suyu akmayan, kanalizasyon sorunu olan evler artıyor. 411 bin kişi bir akrabasının yanında yaşıyor; karavan, kamping ve mobil evlerde yaşam savaşı veren insan sayısı günden güne artıyor. Sosyal konutlar yeterince inşaa edilmiyor, arz talebe göre daha az olduğundan yıllarca sıra beklemek zorunda kalınıyor.
Marketlerde, pazarlarda fiyatlar elleri yakıyor. Emeklilerin maaşları eriyor, vergiler durmadan artıyor. Sendikalar sert açıklamalarda bulunuyor. Doktorlar, eczacılar, öğretmenler, noterler grevde. Tren, metro sürücüleri ve bilet kontrolörlerine saldırılar devam ediyor. Şehrin en işlek treni bloke ediliyor, çalışanlar protesto olarak bütün gün iş bırakabiliyor.
Halen 35 saate sabitlenen, esneklikten uzak çalışma saatleri ülkenin rekabet gücüne büyük darbe vuruyor. Pazar günü dükkanlarını açmak isteyenler açamıyor, daha fazla çalışıp daha fazla kazanmak isteyenler statükonun bozulmasını istemeyen kimi çıkar çevreleri tarafından engelleniyor.
Eğitim sisteminde büyük sıkıntılar var. Sistemin yeniden yapılandırılması, gençlerin, göçmenlerin entegre edilmesinin yollarının bulunması gerekiyor.
2015 yılının aralık ayında 195 ülkeden 20 bin delegenin katılacağı uluslararası hava değişikliği konferansı Paris’te yapılacak. Fransa’nın örnek olması gereken bu konferansa hazırlık olarak 22 başlık altında 74 önlemden bahsediliyor ama Paris’te ve yakın banliyölerinde hava kirliliği alarm veriyor.
Ocak ayındaki terör olaylarının ardından devlet daireleri, dini mekanlar, okullar yüksek  denetim ve kontrol altında…Teröre alışık olmayan halk tedirgin, ‘normal’ hayata dönmek istiyor. Ama artık ‘normal’in olamayacağını anlamakta zorlanıyor.
Ülkeyi tekrar rayına koymak için gereken cesur kararlar alınmıyor, çoğunlukla bugün yapılması gerekenleri yarına, daha ileri tarihlere erteleniyor. Değiştirilmek istenen uygulamalar bazı çıkar gruplarının tepkisini çekiyor, yollara dökülenler tarafından engelleniyor, kısır döngü sürmeye devam ediyor. Aşırı sağ parti Ulusal Cephe ve başkanı Marine Le Pen ellerini oğuşturuyor, gelecek seçimlerde başkanlığa oynamayı öngörüyor.
Sürekli bir felaket atmosferi içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan Fransızların çoğu bunalımda, bir çıkış yolu arayıp duruyor. Insanların pembe gözlüklerle hayata baktığı günler tarihin derinliklerine gömüldü belki ama çoğu insan gözlerini kapalı tutmak istemiyor artık… En azından grinin tonlarına uyanmak istiyorlar.