Bahar çok tatsız
geçti bu diyarlarda... Günlerce süren yağışlar, soğuklar, karanlık hava mayıs ve haziranın ilk yarısını aldı götürdü
bizden.
Paris’in tarihindeki
en büyük sel felaketi 1910 yılının ocak ayında yaşanır. 1909’un yaz ayları çok
yağışlı, kış da çok karlı geçtiğinden Seine nehri on gün boyunca yavaş yavaş yükselerek
taşar. Nehrin seviyesini ölçme aracı olarak
Paris’teki Alma köprüsünün altındaki Zouave heykeli kullanılır. 1910 afeti
sırasında Zouave omuzlarına kadar suya gömülür. Şehir tamamen karanlığa bürünür,
içecek su bulunmaz. O dönemde mevcut olan 5 metro hattı çalışmaz, garlar kapanır.
Bugün Orsay Müzesi olan dönemin Orsay Garındaki tren vagonları tamamen suya batar.
Sel felaketinden etkilenen kişi sayısı tahmini 200.000 iken selin insani bilançosu,
devrilen bir sandalda boğulan tek bir kişiyle sınırlı kalır mucizevi olarak. Suyun
normal seviyesine ulaşması ise bir ay sürer.
Tarihler haziran
2016’yı gösterdiğinde uzun süredir devam eden sağanak yağışlar nedeniyle Seine nehri 6 metre seviyesini aştı, yaşanan
taşkınlar nehir kenarındaki kimi yolların araç trafiğine kapanmasına neden
oldu. Tren seferleri durduruldu. Kıyılardaki restoran ve barlar kapandı. Nehrin
simgesi gezinti gemileri günlerce seferlerini yapamadılar. Louvre Müzesi alt
katındaki sanat eserlerini korumak için büyük bir kurtarma operasyonu düzenledi;
Orsay Müzesi ziyarete kapandı. Paris Venedik’i andırdı kimi bölgelerde... Turistleri
köprülerin üzerinde sıradışı görüntüleri fotograflarken gördük sürekli.
Sadece Paris’te değil, ülkenin 19 bölgesinde turuncu alarma geçildi. Essonne, Seine-et-Marne ve Seine-Saint-Denis bölgelerinde
binlerce hane tahliye edilirken tren raylarını, otoyolları, köprüleri, evleri,
işyerlerini su bastı. Hastanelerde elektrik kesintileri yaşandı. Okullar,
huzurevleri kapandı. Kamu hizmetleri durdu. Çiftçiler perişan oldu. Maddi
zarar milyarlarca euroya ulaştı.
Geçtiğimiz
haftalar Fransa tarihinde sadece bu doğal afetle anılmayacak. Hükümetin meclisten
geçirmeye çalıştığı yeni Iş Yasasına
tepkiler gittikçe artarak devam etti. Önce rafineriler, ardından nükleer
santraller kapanırken benzin istasyonlarında uzun kuyruklar oluştu. Şehirde
toplu taşıma araçları düzenli çalışmıyor. Hava kontrolörleri ara ara bu
grevlere katılıyor. Air France’ın tehditleri sürüyor. Ardarda yapılan toplantılardan
sonuç alınamıyor, grevlerin uzun süre daha devam edeceği açıklanıyor. Hükümet sendikaları, sendilar hükümeti dize
getirmekle tehdit ediyor, karşılıklı gövde gösterileri gündemin ilk
haberlerini işgal ediyor, halk burnundan soluyor.
Durun, daha
bitmedi: Paris çevresindeki çöp arıtma tesisleri de grev kervanına katıldı. Şehrin
kimi semtlerinde çöp toplanması özel sektörün elindeyken diğer büyük kısmı
belediye ekiplerince toplanmakta. Binlerce ton çöpten bahsediyoruz! Paris Belediyesi
ekibin %20’sinin grevde olduğunu açıkladı. Bir çok bölgede devasa çöp yığınları
kötü kokmaya başladı bile!
Grinin içindeki aydınlık ve kültür
buzdağı
Peki bu kadar ‘gri’nin içinde hiç mi ışık yok?
Olmaz mı? Tabii ki var.
Sosyal tansiyonun
yüksek olduğu bu karmaşanın içinde geçen Cuma günü oldukça ciddi güvenlik önlemleri
altında UEFA Euro 2016 Futbol Şampiyonası start verdi. Turnuvanın ana
sponsorlarından Türk Hava Yolları’nın reklamları tüm billboard’ları süsledi hemen.
Turnuvanın ilk maçında Fransa’nın Romanya’yı 2-1 yenmesi ülkede sevinçle karşılandı.
Yakınımızdaki bir gözlük dükkanı ‘kupayı kazanırsak gözlüklerde %100 indirim,
yarı finale çıkarsak %50 indirim’ ilanı astı vitrinine. Alışverişimi yaptığım
pazarcı da dün ‘hele kupayı alalım, o gün
tüm malları bedava dağıtacağım’ diyordu gülümseyerek kuyruktaki müşterilerine...
Fransızlarda hoşuma
giden en önemli özelliklerden biri sahip
oldukları ‘passion’ yani tutku. Bu
halk lisanına tutkuyla bağlı. Kültür mirasları onlar için çok önemli. Gerek
mimari, gerek sanat, gerek yemek kültürleri... Müzisyenlerini ölümlerinden yıllar
geçse de vefayla anıyor, şarkılarını sürekli gündemde tutuyorlar. Eski Fransız filmlerini
oynatan onlarca küçük, bağımsız sinema var Paris’te. Kuyruklar oluşuyor önlerinde,
o filmleri tekrar tekrar izlemeye, yeni nesile izlettirmeye bayılıyorlar. Victor
Hugo’dan Simone de Beauvoir’a edebiyatlarına/edebiyatçılarına değer veriyorlar,
şairleri için festivaller düzenliyorlar.
Fransa’ya ilk geldiğimde
bu kültür tutkusuna ilgi duymuş, özellikle
halklar arası kültürel farklılıklar üzerine yazılmış onlarca kitap okumuştum.
Amerikalılar bu büyüleyici konuya oldukça kafa yormuş, araştırmalar yapmışlardı.
Polly Platt’dan ‘French or Foe’, Harriet
Welty Rochefort’dan ‘French Toast’,
Gilles Asselin&Ruth Mastron’dan ‘Au
Contraire!: Figuring Out the French’ ilgimi çeken kitapların başında
geliyordu.
Ruth Mastron’ı
bizzat izlediğim bir konferansında ‘cultural iceberg’ metaforundan
bahsediyordu. Suyun üstünde %10’u görülen kültür buzdağının %90’ı suyun altında
gizliydi. Geçen haftalarda LinkedIn.com’da dolaşan yeni bir grafik de bu konuyu
tekrar gündeme taşıyordu, üzerinde düşünmeye değerdi.
Kültürün görünen
kısmı sanat, edebiyat, müzik, mimari, moda, mutfak gibi, yabancı bir ülkeyi
ziyaret etmeyi farklı ve ilginç kılan bariz unsurları içerirken buzdağının görünmeyen kısmı, ancak belli
bir süre yaşayıp çalıştıktan sonra farketmeye başladığınız, diğer derin
unsurları içeriyordu. Herkes kendi tecrübesini yaşar tabii ki ama benim dikkatimi
çekenlerin bazıları şöyle: Minicik apartmanlarda yaşamayı öğrenmek, herşeyi
anlamaya çalışmaktan vazgeçmek (hatta maaş bordroları gibi Fransızların bile
anlamadıkları şeyler olduğunu gormek), sürekli yapılan grevler/yürüyüşler/protestolar,
zayıf müşteri hizmeti... Diğer yanda otobüse binerken şöföre günaydın/iyi günler
demek, birbirini tanımayan insanların bile apartmanda, sokakta, selamlaşması,
daha çok teşekkür etmek, daha açık görüşlü olmak, farklı kültür/dil/dinden
insanların birlikte yaşam serüvenlerine tanık olmak, kadın hakları, ifade özgürlüğünün
geldiği boyuta şaşırıp kalmak, tartışmalarda insanların birbirini dinlemesi,
kimsenin cinsel eğilimine, aile yapısına, çocuk sahibi olma tercihine veya çocuk
sayısına karışılmaması, gerçek demokrasinin toplumlar üzerindeki anlamını ve değerini
kavrayabilmek...
Bir Fransız gibi
düşünmeye, hadi o kadar ileri gitmeyelim, farklı düşünce
yapılarını anlamaya başladığınız an buzdağının görünmeyen kısmını çözdünüz ve kültür
bariyerini aştınız demektir. Gerisi kolay!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder